Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

Kuzgun


Bir ara "neredeyse ölüm deneyimleri" diye bir şeyler okuduğumu  hatırlıyorum. Bunlar, ölüme çok yaklaşan ya da bir süreliğine ölüp yeniden hayata dönen insanların gördüklerini söyledikleri şeylerdi. Ama "neredeyse ölüm" bana çok farklı şeyler çağrıştırıyor.

Bugüne değin ölümle ilgili tek kelime yazmadım çünkü eğer olur da ölürsem gazeteler "Sanki öleceğini biliyordu, bakın son yazısı" vs yazamasınlar istedim. Hatırladığım kadarıyla Bahadır Boysal'ın bu konudaki gerçekten zihin açıcı yorumuna göre bu insanlar öleceğini bildikleri için ölümle ilgili şeyler yazmıyorlardı, bu insanlar ölümle ilgili şeyler yazdıkları için ölüyorlardı! Yani başka bir deyişle, ölümü çağrıyorlardı. Ölüm de sadık bir dost gibi geliyordu.

Başta bahsettiğim "neredeyse ölüm" konusuna gelince, ölüm konusunda yazı yazmama prensibimi bozmamın nedeni budur. Ben hiçbir zaman ölmedim, dolayısıyla yeniden hayata dönme gibi bir deneyimim de yok. Ölüme çok yaklaştığım, National Geographic belgeselinde "Hayatta Olmayabilirdim"e anlatabileceğim tarzda bir olayı da hiç yaşamadım. Aslında ölümümle bile barışıktım. Yani şu an biri gelip 5 dakika 22 saniye sonra öleceğimi söylese, Anathema'dan One Last Goodbye'ı açarım gibime geliyordu. Ama hani derler ya "ölümün bile hayırlısı." Yaklaşık 2 hafta önce, bu kadar "havalı" olmadığımı farkettim. Ve bir de, düşündüğüm kadar panik biri olmadığımı.

Yaklaşık 2 hafta önce, blogumda yer almasını çok da arzu etmediğim bir durumun ortasında kaldık. Bu, benim hayatımda ölüme en yakın hissettiğim andı. Öncelikle belirtmeliyim ki, aklımdan hiçbir süslü his, hiçbir film şeridi ya da daha yapacağım çok şey var tarzı bi şey geçmedi. Bu tarz şeyler insanın aklından çok sonra geçiyor. Aslında benim bunları yazıyor olmamın nedeni bunları paylaşmak da değil. Hayatım boyunca insanların hislerini önemsemeye çalışan biri oldum. Yani çalıştığımı söylüyorum çünkü bunu yapmayı başaramadığım durumlar azımsanmayacak kadar çoktur. İnsanların da hislerimi bilmelerini önemsiyorum elbette ama "Ay resmen şöyleydi, var ya uff" falan demek benim tarzım değil.  Benim amacım kendime bir şeyleri hatırlatmak ve bu yazıyı okuyan herkese.

Telefon rehberimde bir kere bile aramadığım insanlar var, bir kere bile beni aramayan. Hatta bazılarının kim olduğunu bile bilmiyorum. Bir nesilde herkes çocuğuna Gizem diye isim koyarsa olacağı bu arkadaş. Facebook'umda paylaşımlarına sinir olduğum için engellediğim insanlar var mesela. Onları silmiyorum çünkü ayıp olur. Hayatımda hoşlanmadığım insanlar var, onlarla konuşmak zorundayım, çünkü hayat böyle bir şey. İzlemeyi istediğim öyle çok film var ki. Konularını okuyorum, izlemiş kadar oluyorum bazen ama ı ıh, böyle bir şey değil ki film izlemek. Okumak için delirdiğim kitaplar var, kapaklarına dokunuyorum. Rastgele bir sayfa okuyorum içlerinden. Sonra kendime bir bahane buluyorum, daha güzel bir zamanda okumak üzere bırakıyorum kitabımı. Çiçekli bir elbisem var mesela, henüz hiç giymedim, güzel bir günde giymek üzere bekletiyorum. Henüz onu giyecek kadar özel bir gün olmadı. Peki ben bunları ne diye yazıyorum ve bunların başta yazdıklarımla ne ilgisi var? Elbiseymiş ölümmüş ne alaka? Hah işte, ben de onu diyorum, ya diyorum o elbiseyi hiç giyemeseydim? Yani yaşanan günden özel ne var? Kaç ölünün en güzel giysileri dolaplarında çürüdü.

Aslında kimsenin sevmediği insanlara tahammül edecek kadar zamanı yok. Yani sevmediğin biriyle geçirdiğin her saniyeyi kendinden ve sevdiğin birilerinden çalıyorsun. Şimdi düşünüyorum da sevdiğim bir filmi izlemek ya da kitabı okumak yerine ne yapıyorum ki? Sanki çok meşgulüm de yapmıyorum bunları. Higgs bozonunu arıyorum sanki bunları yapmadığım zamanlarda. Ben kimim ki? Ben biyografisi 5 satırdan fazla sürmeyen ve ölüp gittiğinden dünya üstünde yokluğu bile farkedilmeyecek milyonlarca insandan biriyim ve sonu olmayan bir evrende toz tanesinin milyonda biri kadar yer kaplıyorum. Bu kendini beğenmişlik, bu özel arama isteği, bu kibir niye? Her an özel olmalı benim gibi insanlara göre.

Bunları düşünmek güzel, güzel de... Söylediğim gibi böyle düşünmemi sağlayan şey bundan yaklaşık 2 hafta önceydi. Peki ben 2 hafta içinde ne yaptım? Ben... Ben hiç bir şey yapmadım. Bütün gün evde yatıp vücudumun çeşitli uzuvlarını büyütmek dışında hiç bir şey. Hayatımda devrimsel bir şey yapamadığım için kendimi suçluyorum ama muhtemelen bu satırları yazdıktan sonra da yapmayacağım. Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir Lewis Carroll'u eleştirmiştim. Böyle diyince çok hadsizmişim gibi oldu ama özet geçmem gerekirse olayın özü: Alice'in harikalar diyarında muhteşem şeyler yaşadıktan sonra olayların "Aa hepsi rüyaymış" şeklinde bitmesiydi. Bu yazarın yazdıklarına inanmamasına ve insanların hayallerini kırmasına sebep oluyor demiştim. İşte ben.. Ben küçük bir lewis Caroll gibiyim. Yazdıklarıma inanmıyorum ve hayallerimi kırıyorum. Ama yine de böyle düşünüyorum. Bu bir paradoks, bir yanılgı, saçma sapan bir şey. Ama böyle. Ve ben... Benim öğrendiğim tek şey: Beni istemedikçe kimse incitemez. Ben ölümümle barışık biri değilmişim evet, ama kendimle barışmaya başladım sanırım. Ben harika olmadığımı biliyorum, asla harika biri olmayacağımı. Ama artık harika biri olmaya da çalışmayacağım. Hayat harika bir şey olmadıkça, ben harika olmaya çalışmayı reddediyorum.

Ölüm konusunda gelince... "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?" Ben ve ölüm konusuna gelince... Bilmiyorum, hayatını bu konu üstünde düşünerek geçiren insanlar var. Yani beni düşünmediler hayır:D Yani ölümü düşündüler, hatta bir çoğu öldüler bile. Öldükten sonra "Ulan yanılmışız onca sene?" ya da "Hah işte ben de böyle düşünmüştüm"gibi bir geri bildirim yapamıyor olmaları çok yazık. Ben, kendi adıma her belirsizlikten korkuyorum. Çünkü dediğim gibi benim biyografim çok çok kısa: "Güzel bahçeli bir ilkokuldan, berbat manzaralı bir liseye. Oradan güzel kampüslü Odtü. Uluslararası İlişkiler öğrencisi. Hayatının geri kalanında There is a Light That Never Goes Out çalsın istiyor. Çoğunlukla mutlu, kronik olarak da mutlu olmaya çalışıyor." Şey ben bazen 21'imdir... Bazen. Ve bir daha asla.