Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

Ankara Özlenir


Semra teyze Kuşadası'na yerleşmeyi düşünüyormuş temelli. Yapamaz. Ankara kendini özletir çünkü. Denizi yok, havası temiz değil, orman desen yok ne var şehirde bilmiyorum ama Ankara özlenir yani. Ankara'da olmak garip bir durumdur. Şehirle aranda anlayamadığın saçma bir bağlılık, saçma bir sadakat duygusu gelişir. Ankara'da olmak yazın ortasında günlük güneşlik geçtiği günün bir ertesi günü gri sabahlara uyanabilme ihtimalidir. Kışın da beyaz sabahlara uyanabilme ihtimali. Camdan baktığında tepeden tırnağa beyaza bürünmüş gelin misali kavak ağacı görebilmektir mesela. Ankara'nın romantizmi martı sesleriyle pekiştirilmez. Eğer sabah 6'da ayakta olursanız güvercin, serçe ve kuzgun sesleri duyabilirsiniz. Öyle zannediyorum ki büyük bir şehir olup bu kadar betonla dolu olduğu halde doğanın fışkırıp yaşamaya çalıştığı başka bir şehir daha yoktur. Ankara'da olmak Kızılay'a indiğinde en az 2 tanıdık yüzle karşılaşma ihtimalidir. Dost Kitabevi'nin içinde evde dinlendiğinde asla bu kadar güzel olmayan Runaway çalar ve sen kağıt kokusu duyarsın. Çıkışta Dost'un önünde bekleyenleri görürsün, gülümsersin. Ankara'da olmak "Eylem varmış" cümlesine asla şaşırmamak ve panik olmamak demektir. Çevik kuvvetler kalkanlarını açmış beklemektedir. Yanlarından geçersin. Bazen "Nereye gidiyorsun?" diye sorarlar "İşim var" dersin. Gerisini sorgulamazlar bile. İşin ya bomba koymaksa diye düşünmezler:) Şehrin siyasi özelliği her yerden hissedilebilir. Bu şehirde insanlar duvarlara aşklarını yazmak yerine siyasi görüşlerini yazmayı tercih ederler. Bu duvarlardaki karşılıklı atışmalar genellikle naiftir, en fazla İşçi Partisi'ni Dişçi Partisi falan yaparlar:) Ankara'da olmak İstanbul'da bir dolmuşta giderken Ankara Sanayi bilmemnesini kastederek "Ankara'da inecek var mı?" sorusuna "Beeeğğğn!" diye bağırma isteğidir:) Bunun dışında fazla alışmış olan insanların şehirdışında haber dinleyememe sebebidir. Siyasi gelişmeleri "Ankara bugün çok hareketli" diye veren haber bültenlerine lanet etmektir. Çünkü şehir dışındayken bu son derece iç acıtıcı bir cümle olabilmektedir. Sokakları denize çıkmayan şehrin akşamları da çok hareketli değildir. Hatta saat on buçuktan sonra sokakta insan bulmak güçtür. Zira herkes memurdur, herkes öğrencidir. Bu saatte dışarı çıkmak isteyenlerin gidebileceği yerler bellidir ve dağınık halde bulunmazlar. Bu yerler dışında da pek bir yerde insan bulunmaz. Barların çoğunda en az bir kere Ankara Rüzgarı çalar. Ankaralı olsunlar ya da olmasınlar Ankara'daki bütün kızlar "Her gelen ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına, boş yere ağlama kalbini bağlama Ankara kızlarına" cümlesiyle birlikte saçlarını savururlar:) Şehrin bazı insanları ikili yaşamlar sürerler. Gündüz ilaç satış temsilcisi olan Devrim abiyi sabah takım elbisesiyle görüp akşam deri ceket ve motoruyla gitar çaldığı bara doğru giderken görmek şaşılacak bir durum değildir. Yüksel caddesi, cadde ötesidir. Caddelerin soğukluğu, griliği burayı bırakıp gitmiştir. Burası her yanı açık dev bir kafe gibidir. Eğer Ankara'ya gelip de Yüksel caddesindeki heykellerle fotoğraf çektirmemişseniz, adamı döverler. Şehrin siyasiliği burada da ortaya çıkarak caddede bir arkadaşımla birlikte çektirdiğimiz bir fotoğrafta kadın heykelinin koluna sıkıştırılan "Türk Telekom Özelleştirilemez" pankartına kadar gider:) Ankara'da olmak kısa mesafelere alışmaktır. Zira Ankara, İstanbul gibi değildir. Kısa mesafeler gerçekten kısa mesafelerdir. Ankara'da olmak sabah sıcak 50 derece bile olsa gece hırkayla gezmek zorunda olmaktır. Şehrin ayazı pistir ve acımaz yani:) Şahsen benim gözümde canlanan Ankara imajı her zaman göz kalemi gözlerinin altına akmış bir kadındır. Galiba çok da özel bir kadındır o. Güzel değildir, yaşlanmış, yıpranmıştır ama hala çok özeldir, hep özeldir, hep özlenir nedensiz. Evet, sokakları denize çıkmasa da, dereler akmasa da her yerinden, yemyeşil görünmese de tepeden bakıldığında Ankara özlenir. Çok özlenir hem de.. Semra teyze taşınıyormuş. Yapamaz.

Mutluluk Halleri


Like a Stone'u loopa alırken hayatın gerçekten garip bir ilerleme tarzının olduğunu düşünüyorum. Ya da benim algım garip, bilmiyorum. Bir bakıyorsun bir kötü şey oluyor, üstüne bir başkası, bir başkası.. Boğuluyor gibi hissediyorsun. Sanki hayatında hiç ışık yok, olmayacak gibi. Bazen de bir iyi şey oluyor, üstüne bir başkası, bir başkası.. O zaman da herşey günlük güneşlik oluyor. Bütün ağaçlar birden çiçek açtı, güneş birden doğdu sanki moduna giriyorsun. Herşey güzel gitmeye başlıyor. Hayatın adalet sistemi bir garip. Bazen ölüm mevsimleri oluyor böyle. Çevrendeki herkesin bir tanıdığı ölüyor falan, ölümlerin çok yakın zamanlarda olması garip. Bazen de doğum mevsimleri oluyor. Çevrendeki tanıdıklarına bakıyorsun. Ya herkesin çocuğu olmuş ya herkesin yeğeni. Mutluluklarla mutsuzluklar eşit mi veriliyor acaba insanlara? Bazen ciddi ciddi bunu düşünüyorum. Çünkü her karanlık bir aydınlığa, her aydınlık da bir ara karanlığa dönüşüyor. Bunu görebiliyorum. İnsan kendine güç vermezse nasıl atlatır ki zaten bütün kötü şeyleri? Ya kendine güç vereceksin ya da oturup bunalıma gireceksin işte. Bunalıma girdiğin zaman da kafanı öyle yere eğmiş oluyorsun ki burnunun dibine aydınlık geliyor görmüyorsun, sakat bir olay. Ama kadere inancım tam benim. Her şerde bir hayır var. Kapanmayan yara, unutulmayan şey var mı? Yok. Mutluyken bunları düşünmek kolay aslında, mutsuzken düşünmek zor oluyor. İşte o yüzden yazıyorum ben bunu, dönüp okurum belki mutsuz bir anımda:)

Korku kötü birşey midir iyi birşey midir hala tam karar verememiş olmakla birlikte korkum olmadığını söyleyebilirim artık. Galiba birşeyler yaşla ilgili. Eskisi kadar çabuk umutsuzluğa falan kapılmıyorum ben. Bak gördün mü, herşey düzeliyor, herşey.. Zamanın ötesinde hiç birşey yok dünyada. Zaman ilerler. İnsanlar doğar, insanlar ölür, insanlar sever, insanlar nefret eder, insanlar ağlar, insanlar güler, zaman ilerler. Hep böyle oldu. Ka rüzgar gibi..

Bu yazıyı yazmaya sebebiyet veren bütün insanlara teşekkür ediyorum. Bu yazıyı yazacak kadar beni mutlu edebilen ve mutluluğumun değerini bu kadar iyi anlamama neden olacak kadar beni mutsuz eden insanlara.. Sizlerle bileniyorum körlüğümden.. Ayrıca bu yazıda Forevermore'un katkısını inkar eden kişi taş olur efendim:) Forevermore'a sonsuz teşekkürler:)

Düşünmem Lazım


Facebook sağolsun 13 Temmuz için doğumgünü hatırlatması yapmış bana. Bir de doğumgününün kimin olduğunu bilsem.. Ceren Üner kim yahu? Neyse iyi ki doğdun Ceren!

Bugün yoğun bir gündü. Neredeyse yataktan kalktığımdan bu saate kadar dışarıdaydım. Evet bu yalan değil. Çok güzel bir gündü ama. Saruhan her ne kadar benim yelpaze gösterime gölge düşürmüş olsa da.. :D O yelpazelerle minik bir Kitana olabilirdim tamam mı, önümü kestiler! Aklıma Mustafa Topaloğlu'nun Bülent Ersoy hakkındaki "Önünü kestiler onun" şeklindeki sözü geldi ve kendimden soğudum desem yeridir evet.

Bugün ÖSS sonuçları açıklanmış. O kadar garibime gidiyor ki, ben de ÖSS öğrencisiyim ha? O kadar uzak birşeydi ki.. "Daha çok var, düşünürüm" falan diyordum. Hayatın garip bir ilerleyiş tarzı var. Bazen zaman hızlı hızlı geçiyor, bazen geçmiyor falan. Ayrıca ÖSS'de ne kadar başarılı olacaksın şeklinde Facebook testleri.. Hepiniz mi manyak oldunuz lan?:D

Son zamanlarda çok tahammülsüz olduğumu yeniden farkediyorum. Aslında çok tahammülsüz olduğumu son zamanlarda yeniden farkediyorum desem daha doğru olur. Çok çabuk sinir oluyorum ben, sabırsızım. Acaba çekilmez biri miyim diye düşünüyorum bazen. Şimdi mutluyum da ileride mutsuz mu olacağım acaba ben? Bilemiyorum. Annem bugün Allah kocana sabır versin senin falan dedi. Gerçekten sabır versin de.. Kocam olacağından bile şüpheliyim ben. Yok yok gerçekten çok tahammülsüzüm ben.

Soldaki Son Ev diye bir film var ya sloganı şu onun: "Eğer kötü insanlar sevdiğiniz birine zarar verirse onları cezalandırmak için ne kadar ileri gidersiniz?" Bu sorunun yanıtını düşünürken gerçekten çok vahşi ve acımasız biri olabileceğimi farkettim. Baya ileri gidebilirdim ben, baya. Amerikan filmlerinde olur ya anne kızının katilini bulur ve "Ben senin gibi olmayacağım. Mary böyle istemezdi" falan derler. Ben onlardan değilim işte. Vahşi bir yönüm var bunu biliyorum. Sevdiğim biri için çok ileri gidebilirim ben. Korkutucu birşey belki.. Ama yaparım bunu ben.

Ayrıca eski bir şarkı ama yıllar sonra yeniden dinleyince yazasımı getirdi: "Aşk, dön ölümden, bir sebepten, gel gir dünyama." Ne şarkısın sen:)

Not: Başlık için Saruhan'a teşekkürler derim:)

Jacqueline Smith modeli günler


"Günaydın canım, saat üç oldu hadi kalk" annem beni öperken gözlerimi hafifçe araladım. Demek saat üçtü ha? Anneme karşı bir sevgi gösterisi yaparak kalktım. "Levent bizde ayrıca" dedi annem. "Hmm öyle mi?" dedim artık uyanmıştım. El yordamıyla telefonumu buldum ve pin kodumu ilk seferinde yanlış girmiş olsam da telefonumu açabildim. Saate baktım. İki buçuktu. Üç ha? İnsaf be annecim:D Üzerime birşeyler giyinip içeri geçebildim. Uykulu gözlerimle Levent'i bulabilip "Hoşgeldin" falan diyebildim. Ben salona gelmeden önce yüz bin kez çocukcağıza sorulan soruları yeniden bir de ben sorup gözlerim açık uyumayı sürdürebildim. Aradaki olaylarda çok fazla ilginç birşey olmadığı için buraları geçiyorum. Hemen akşama gelelim. "Sen de votka ister misin Levent?" "Evet lütfen." "Dina sana sormuyorum?" "I ıh ben istemiyorum." Evet ekibimizde -ki toplam üç kişiydik zaten- alkol almayan tek insan bendim. Hava çok sıcaktı ve balkonumuz mimarın ya da tanrının ya da ikisininin birden bir lütfuyla püfür püfür esmekteydi. Bunun doğal bir sonucu olarak balkona çıkmaya karar verdik. Balkonda müzik dinleme fikri çok iyi gözüktüğünden iPod ve tripod ikisini de ekibimize kattık. Sonra Levent birden moonwalk yapmak istediğine karar verdi ve pek de başarılı olmayan bir denemede bulunduktan sonra hangi akla hizmet ettim bilmiyorum ama dur bir de ben deneyeyim moduna geçtim ve ondan bile başarısız bir denemede bulundum:D Sonra Levent'e balkonda soyunan komşumuzdan bahsettik. Levent de tişörtünü çıkardı ve bence günün cümlesini söyledi: "Hep komşularınız mı soyunacak canım?" En son coşup Destiny eşliğinde misket oynadığımızı falan hatırlıyorum, Ankaralı olmak böyle birşey. Sonra süper renkli komşumuz yine bağırmaya ve havlamaya, hayır yanlış okumadınız havlamaya falan başladı. Bir süre onu dinledikten sonra içeri girip Guitar Hero kapışması yapmaya karar verdik. Annem One Way or Another'ı seçti, Levent Hotel California dedi ve ben de Beautiful Disaster dedim. Annem ilk iki şarkıda sahneden atıldığından Leventle ben devam ettik. Aslında herkes bilirdi ki annem bir gitar duayeniydi, bizi üzmemek için kötü çalmıştı. Levent'i de açık farkla yendikten sonra daha mutlu ve gururluydum. Yanımdaki insanlar alkol alınca ben almasam bile almışım gibi hissediyorum. Üstümde abuk bir neşe hali falan vardı, nasıl anlatsam. En son Levent'le gitarı aşıp vokal olayına girdik. O çalıyordu ne hikmetse ben söylüyordum. İşte kendi evinde olmak böyle birşey. Levent Nothing Else Matters'ta çatlayan sesime hiç aldırmazken ben de rahatlıkla eğlenebiliyordum. Fade to Black bile neşeli bir hal almıştı. Bir iki şarkı sonra balkona yeniden çıktık ve renkli komşumuz hala bağırmaktaydı. Onu dinleyip eğlendik. Gözlerimden uyku akarak yatağa gittikten sonra hemen uyuyamadım. Kitabıma biraz göz atmak istedim. Kitap neredeyse sayfa sayfa olduğundan ve bunları bir arada tutan hiç bir güç kalmadığından bu hayli zor oldu ama bir bölüm okumayı başarabildim. Sabah aydınlanmaya başlarken Ankara'da bir kız yeni yeni uyuyabiliyordu.

Yine geç kalkmıştım ama bu sefer bir gibi kalmayı başardım. Bugün aslında bir çok şey oldu ama ben daha önce söylediğim üzere mutlu hikayeler anlatmayı sevdiğimden herşeyi ayrıntısıyla anlatmak istemiyorum. Annem, ben ve kuzen Levent dışarı çıkmaya karar vermiştik. Saruhan'ı aradım. Pek sevimsiz bir kadın sesi aradığım kişiye şu anda ulaşılamadığını, daha sonra tekrar denememi söyleyince kapattım. Annemin saçlarını kestirdikten sonra kuaför Barış'a sordum. "Ben yine mor yapmak istiyorum ama hepsini değil, ona göre birşeyler yapsak?" "Hallederiz" dedi Barış. Ona güveniyorum. Bu arada askere giden ve favori kuaförüm olan Erdi nisanda geliyormuş, mutlu oldum. Kuaförden çıkarken anneme "Jacqueline Smith modeli falan mı yapsam acaba?" dedim. Annem bu modeli hiç sevmezmiş meğersem. Leventle buluşup Tunalıya gittikten sonra ilk durağımız Kıtır oldu. Burada Bülent amca diye biri var, annemle babamın arkadaşıymış. Hatta beni de tanıyor ama hiç tanımıyorum. "Ne kadar büyümüşsün" derken gülümsedim. Ben onu hiç hatırlamadığıma göre beni son görüşünden bu yana hayli büyümüş olmalıyım evet:) Bülent amca sağolsun bize jest olarak kokoreçlerimizin içine çılgınca miktarda kokoreç koymuştu. -Garip oldu evet biliyorum, fazla koymuştu diyelim- Bir de üstüne patates kızartması yiyince hareket edemeyeceğimi falan düşündüm. Korkunç şişmiş halde Kızılay'a yürüdük. Nedjima sonraki durağımızdı. Kapıda rastalı şirin garson Faruk ile karşılaştık. Sınavımı sordu, girmedim dedim. Eh hadi bakalım dedi. Sıcaktan öldüğümden ve çok susadığımdan ben de bir bira istedim. Muhabbet güzeldi, güldük falan, hoştu yani. Levent annemle bana Hotel California'nın hikayesini anlattı. Bunu başka bir yazımda yazmayı düşünebilirim aslında. "Ben şarkı hikayelerini bilmekten çok hoşlanmıyorum galiba. Çünkü hespine kendim bir anlam yüklüyorum" sonra Like a Stone hakkındaki düşüncelerimi ve şarkının hikayesinin nasıl bir fiyasko olduğunu paylaştım. Daha sonra mekanda Like a Stone çalmaya başladı, hoş bir tesadüf aslında:) Biraz bira sonra kafamda tanıdık ve hoş olan o uyuşma hissini hissettim. Kalktıktan sonra bana küpe baktık, aradığım gibi birşey bulamadım. Levent'in arkadaşı gümüşcüde çalışıyormuş. O bana getirecek, en son buna karar verdik. Eve döndüğümde uyuşma hissim tamamen tatlı isteğine dönüşmüş durumdaydı. Tatlı içecek birşeyler içtikten sonra hiç birşey hissetmiyordum desem yeridir. Güzel bir günün yorgunluğuyla kanepeye serilip televizyon izlemey başladım. Daha akşamdan Ankara'da biz kız uyumak üzereydi. :)

Hacı Hijyen ve Yuva Arayan Ördekler


Annemle bilgisayar başındaydık ki ev telefonunun sesini duydum. Salonda anneannem olduğundan telefonu o açmıştı. "A tamam canım, Dina'ya veriyorum bir saniye." Telefonu alınca hayatımda yaptığım en abuk konuşmalardan birini yaptım. "A merhaba. Nasılsın? Teşekkürler ben de iyiyim. Şimdi çok uygun değilim ya. Ben seni sonra arayayım mı? Tamam ararım ben seni. Evdesin değil mi? Tamam evdesin. Ama ben seni cep telefonundan arayacağım!" Bu abuk telefon konuşmasından sonra annemle bloguma yeni tema aramaya devam ettim. Temamı tekrar değiştirmemin bir kaç nedeni vardı. Bunlardan ilki taa Mahmut söylediğinden beri blogumun karamsar göründüğüne inanmamdı. Bir diğeri Gülfer'in bana yorum yapamadığını söylemesiydi. Başka biri de eski yazılarımı okuyup onları sevmem buna karşılık yeni yazılarımdan gerçekten hiç hoşlanmamamdı. Annem bendeki bu tutumu blogumun temasına bağlamıştı ve haklı olabileceğini düşünüyordum. Yaklaşık bin tane -bu bir abartı değil- temadan sonra bunda karar kıldım ki görüldüğü üzere çok da orjinal birşey değil kendisi:D

Bugün annemle yemeğe gittik. Her zaman gittiğimiz bir yer ama hiç bu kadar tezahüratla karşılanmamıştık. İçeri girerken her garson ve komi hoşgeldiniz dedi. Oturduktan sonra tek tek gelip hoşgeldin demeye devam ettiler ve yemeklerimizi söyledikten sonra çılgın jestlerde dev pideler falan gönderdiler:D Sonra yemek yerken bütün garsonlar teker teker gelip afiyet olsun dedi. O an annem son yemeğimiz falan olduğundan şüphelenmeye başlamıştı. Niye herkes bize böyle iyi davranıyordu? Bense "Acaba girişe resmimizi falan astılar biz görmedik mi?" diye düşünmeye başlamıştım. Hesap isterken adam resmen hayal kırıklığına uğradı. Sonsuza dek kebap yememizi ister gibi bir hali vardı. Bunu yapamayacağımız için masadan kalktık. Giderken bütün garson ve komiler ayrı ayrı bize "Hoşçakal" dediler. Herkese bir haller oluyor yahu!

Bahsettiğim kebapçıda akvaryumda challengerlar var efendim. Bilmeyenler için minik bir challenger nedir açıklaması yapayım. Bunlar aynı köpekbalığı gibi görünüyorlar ama küçükler ve bir akrabalıkları yok köpekbalığıyla. Fakat bu hayvanlar çok ama çok korkak oluyor. Suyu değiştirilirken bayılmak, ölü taklidi yapmak gibi hareketleri var:) Annem "Bir kebapçı için ne kadar korkunç bir şey köpekbalıkları" dedi. Yanıtladım: "Onlar challenger, şirin hayvanlar aslında. AOÇ'de akvaryum kısmına gitmiş miydin sen? Orada akvaryumda yüzen minik bir köpekbalığı vardı bir zamanlar." "Biz Hakan'la gittiğimizde orası yapım aşamasındaydı." Hakan annemin bir arkadaşıdır, kendisinin şizofren olduğuna dair elinde raporları falan var iyi biridir ve biraz da komiktir. "Niye gitmiştiniz ki?" "Hakan ördeğine yuva arıyordu ya" "Ha evet hatırladım." "Ördeğine yuva ararken orada köpek bakıcılarıyla da kavga etmişti." "Hadi ya? Ne diye?" "Demişti ki, bu köpeklerin durduğu yerin hali ne böyle köpek bağlasan durmaz!" Seviyoruz seni Hakan abi:)

Dün gece annemle banyoya gittik. Annemle neden mi banyoya gittik? Hiç bir fikrim yok:D Neyse sonra yerde bizim deterjanın durduğu büyük bir plastik kutu var o duruyordu. Annem anneanneme seslendi: "Anne bunu neden aldığın yere koymuyorsun?" "Valla ben koydum. Kendi gitmiştir oraya?" YOK ARTIK! Hemen anneme belirttim. "Bizim banyonun altında eskiden yatır varmış, Hacı Hijyen.."

Böyle durumlarda Mustafa geliyor aklıma. "Ne yapayım ya sıkılıyorum" demiştim ona ben. O da demişti ki "Sen bu hayata sıkılıyorsan biz ne yapalım?" Haklısın Mustafa ya, ben sıkılmıyorum yani, yaşlanmam da ben! :)

Güzelim şehrim ve kondisyon bisikleti sorunsalı



Amacımız sadece bir kondisyon bisikleti almaktı. Ama en basit mevzular bile komik olaylara yol açabiliyor hayatımızda. Ya Tanrının espri anlayışı çok iyi ya da Truman Show gibi bir hayatım var, reyting alıyorum, bilemiyorum. Ankara'da Samanpazarı diye bir yer var Ulus tarafında. Şunu belirtmeliyim ki eski Ankara'da Ulus merkez gibi birşeymiş ama bugünlerde pek bir olayı yok. Ankara'ya gelirseniz gezmeyin yani. Heykel, eski meclis, güzel binalar bile burayı güzel yapmaya yetmiyor. Ben şahsen çok rahatsız oluyorum Ulus'ta. Ait olmadığım bir yerde gibi hissediyorum. Çünkü Çankaya'da yaşayıp hayatı boyunca merkez olarak Kızılay'ı kullanmış biri olarak, Ulus başka bir Ankara gibi görünüyor gözüme. Ama işte dediğim gibi burada Samanpazarı denilen bir yer var. Efendim Samanpazarı dediğimiz yer bir spotçular çarşısıdır. Yani hemen her türlü şeyi ikinci el ya da birinci el olup da uygun fiyata bulabilirsiniz burada. Güzel görünüyor değil mi? O halde küçük bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Burası asla düzenli bir yer değil ve ne, nerede hiç belli olmuyor. Mağazaları dolaşmadan nerede ne satılıyor anlamanız imkansıza yakın birşey. Ama annem ve ben kondisyon bisitleti almaya kararlı insanlar olarak gözümüzü karartıp mağazaları dolaşmaya başladık. Bir adam biz bir bisiklet gösterdi fakat ben bisikleti beğenmedim. Çıkarken oradan ara sokaklardan birinden çıkmaya yöneldik annemle. Adam arkamızdan bağırdı: "Oradan gitmeyin hanımefendi. Orası bayanlara uygun bir yer değil" Bayanlara uygun olmayan yerden geçmediğimiz için geri döndük ve biraz yürüdük. Oyun havalarının sesiyle renklenen sokaklardan geçtik. Sonra annem yanında ben olduğum için rahatsız oldu. O yüzden dümdüz yürüyüp Sıhhiye'ye çıktık. Gözünü sevdiğimin şehri ya, nereden dümdüz yürüsen Kızılay'a çıkarsın, bütün yollar Roma'ya çıkar hesabı. İstanbul neydi öyle be? Her neyse Kızılay'a doğru ilerlerken kendimi daha mutlu hissediyordum. Tanıdık topraklar.. Üniversitenin önünden geçerken bir grup oğlan bana gülümsedi:D Bu ne garip bir davranış böyle yahu, hani gülümsemenle aşık olmayacağım sana normalde de annem varken yapma be adam! Anneme ne dememi bekliyorsun? "Anne ben aşık oldum, gidiyorum." "Tamam yavrum aşka saygım var" Hakikaten salaksınız siz ya:) Her neyse işte Kızılay'a geldik sonra. Evime gelmiş gibi hissettim. Tamam Kızılay süper güvenli bir yer değil, bunu inkar etmiyorum ama canım o benim ya:D Kızılay'a geldikten sonra arkamızdaki çiftin konuşmalarını duyduk annemle: "Sabah bendeki eforu görmeliydin ama" "Evet sabah kıpır kıpırdın sen!" annemle bir kez bakışmamız gülmemiz için yetti:D Bu nasıl bir konuşmadır böyle ya? Seviyorum sizi Ankaralılar! Evet şehir milliyetçiliği yapıyorum:) Bunun dışında Lola da iyice komikleşti bugünlerde. Durup dururken Ricky'ye falan saldırıyor:D Bilmeyenler için minik bir not: Ricky benim kalp şeklindeki yastığımdır efendim. Neyse işte Kızılay'da bisikleti aldıktan sonra çok da kayda değer birşey yok aslında. Çılgınca bir bacak ağrısı dışında tabi:)
O değil de Ankara'yı seviyorum ben, gerçekten. Ve hayatımı da tabi:)

Bu yazı hakkında son bir not: Eğer size Ulus'taki Atatürk heykelindeki atın hangi ayağı havadadır diye sorarlarsa "Hiç biri" yanıtını veriniz:) İnsanlar genellikle bu heykeli Samsun'daki şahlanan atla karıştırıp "Ön iki ayağı" derler. Ama bizim heykelimizin bütün ayakları yere basar sevgili okuyucularım:)

Ve Micheal Jackson da ölür..


Micheal Jackson öldü ve millet yas içinde. Her televizyonda onun dansları, klipleri, paylaşım sitelerinde en çok tıklananlar onun klipleri oldu, herkesin kişisel iletisinde gördüğüm dinlediği onun şarkıları.. Gerçekten kör ölünce badem gözlü oluyormuş. Adamın ölmesine üzülmedim, üzülemedim. Haberi aldığımda böyle olacağını tahmin etmiştim aslında. Ama insanların bu kadar duyarsız ve unutkan olabileceklerini aklım almak istemiyor. Ve pedofili olan bir adamın arkasından "Çocukluğum ölmüş gibi hissediyorum" tarzı cümleler kanımı donduruyor. Yo hayır sizin değil ölen çocukluk, hayır sizin değil. "Önü parlak arkası karanlık ayna"lara bakınca kendinizi mi görüyorsunuz? Doğru ya kim bakar aynanın sırrına.. Ölen kötü insanların ölünce iyi anılmasından nefret ediyorum. "Öyle konuşma, ölmüşün arkasından konuşulmaz." O zaman ne anlamı kalıyor hayatımız boyunca iyi bir insan olmanın? Hayatın boyunca kötü her haltı yedikten sonra iyi anılacaksam niye iyi bir insan olayım ki ben? İyi falan anmayın efendim ölüleri, nasıl insandılarsa öyle anın! Hem de pedofili yahu, kanımı donduruyorsunuz insanlar. Sizin çocuklarınız yok mu? Siz çocuk olmadınız mı çocuğunuz yoksa bile? Bırakın çocukluğu bu yaşınızda yolda yürürken bırakın sizi taciz etmeyi size ters baksa rahatsız olmuyor musunuz? Ben oluyorum. Sizin yüzünüzden yaşadığım dünyadan tiksiniyorum. Bu dünyada nasıl yaşanır ki böyle adamlar bile sevgiyle saygıyla anılıyorsa? Adamın yaptığı güzel şarkılar, etkileyici hareketler yeter mi bunları silmeye? Bazen bir yanlış bütün doğruları götürür.. Bana kızın, benden nefret edin, Micheal Jackson'a tapın, umurumda değil. Bunu kabul etmiyorum ve etmeyeceğim.

Bu konuda yalnız kalmaya da hazırım gerekirse.
"Herkes kendisi olması karşılığında topluma bir bedel öder, bu bedel çoğu zaman yalnızlıktır."
Olsun, benim gezegenim yalnız da döner:)