Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

Demeyeyim diyorum ama..


Bakın, aksi biri olmak istemiyorum. Yani öyleyim ama aslında olmak istemiyorum. Niye böyle yapıyorsunuz?! Tanrılar... Neyse. Demeyeyim demeyeyim diyorum ama artık her yerde görmeye başladığım şu resim beni çıldırtacak:

Yani evet elbette insanların metroda kitap okumasında rahatsız değilim ama benim de bir çift sözüm var:

1) "Teknoloji ile uğraşacağına kitap oku" öğütünün Japonlar üstünden verilmesi ironik değil mi? Bu kızlar değil mi cikleyerek ellerinde bilmem kaç G'li telefonlarıyla dolaşan kızlar? Yani 3G olayı Türkiye'ye "Teknoloji devrimi", "Merak ne güzel şey, güzel şey merak" ve "Bir adam vardı, canı sıkılaaan" reklamlarıyla henüz giriş yaparken Japonya'da 5G ya da 4G vardı diye hatırlıyorum? Hiç mi anime seyretmediniz, adamlar teknolojiyle yaşıyor! Anime fanı değilsiniz tamam ama okul temalı Japon korku filmi seyretseydiniz hiç değilse? Cevapsız Arama n üzeri x'e kadar uzadı bildiğim kadarıyla, bir bakın derim. JAPONLAR TELEFONLARI TENLERİNE KAYNAMIŞ ŞEKİLDE YAŞIYOR!

2) İkinci ironik taraf bu fotoğrafın bir sosyal paylaşım sitesi üzerinden yayılması. Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı. Neden bu fotoğrafı paylaşmak için Facebook'ta geziniyorsun ki? Git bir kitap okusana. İnsanlar Facebook'u çok ciddiye alıyorlar bence. Bu altı üstü fotoğraf, yazı, video paylaşılabilen bir site. Yüklenen anlamlarsa çok büyük. Facebook üstünden komunizm propagandası yapan bir kitle var ki, onlar ayrı komik. Facebook, an itibariyle sahibini dünyanın en zengin 5 adamı arasına sokmuş ve sapına kadar KAPİTALİST bir oluşum tatlılarım, üzgünüm. Neden sakin olup sadece kedi videoları paylaşmıyorsunuz ki? Oldu olacak Facebook'ta, McDonald's'ta gerçekleşecek bir buluşma ayarlayın ve gelen herkes Nike giysin mesela?



3) Diğer sinir bozucu nokta, bu fotoğrafı paylaşan kitle ile alakalı. Basit ve iyimser bir anlatımla: Kitap okuyucusu değil. Yani kızdığın / karşı çıktığın adam metroda telefonla oynuyor okey, ama sen evdesin. Niye kitap okumuyorsun ki? En son hangi kitabı okudun? Aksi biri olmak istemiyorum, evet.


Her şey akar.


Şu yaşıma gelene kadar -ki bu ay içinde 22 olacağım. Bildiğin 22 yani. Ayna sayı böyle. İki taraftan okuyunca da aynı. Öyle bir 22 yani.- binlerce kişi ile tanıştığımı tahmin ediyorum. Tanışmak derken, birinin adını, ne bileyim işini, bölümünü bilmek, yani anlayın işte ona dair bir şeyler bilmek anlamında. Ne yazık ki bu insanlardan çok azını sevebildim. Bence sevgi öyle şiirlerdeki, hikayelerdeki kadar sonsuz bir şey değil. Yani modern deyimle "Kocaman bir kalbin var tatlımm" gibi bir şey değil. Herkesin insanlara verebileceği belli bir toplam sevgisi oluyor. Diyelim ki 10X kadar. Bunu eşit olan ya da olmayan -ki bu daha mantıklı- şekilde insanlara paylaştırıyorsun. Ne kadar az kişi seversen, o kadar fazla seviyorsun. Hayatımdaki sayılı insanı çok sevmem bu yüzden olabilir.

Bugüne kadar tanımamış olmayı dilediğim kimseyle karşılaşmadım. Böyle düşündüğüm hiçbir zaman olmadı. Bence bu çok iddialı. Kötü biri bile insana bir şeyler katıyor. Bozuk bir saat bile günde iki kez doğruyu gösterir sonuç olarak. Hayatında iyi insanlar varsa daha iyi biri oluyorsun. Kötü insanlar varsa kızıyorsun, sinirleniyorsun ve eğer cesaretin varsa -ki umarım herkeste vardır- onları hayatından çıkarıyorsun. Her insan bir rengi var. Ama bazıları parlak kırmızı, bazıları ne bileyim kötü bir kahverengi tonu. Hayatındaki her insan bir renk atıyor hayatına. Kendi rengini. İşte bundan diyorum, eğer sevgini çok kişiye bölersen az seviyorsun diye. Her rengi boyayan, siyah elde eder. Bugüne kadar tanımamış olmayı dilediğim kimseyle karşılaşmadım ama keşke tanıdığım gibi kalsaydı dediğim kişiler oldu.

Tanıdığını düşündüğün bir insanın gözünün önünde değişmesi çok acayip bir şey. Aslında ne zaman olduğunu bile anlamıyorsun. Tıpkı bir çiçeğin büyümesi gibi. Minik minik değişiyor her gün. Ancak süreç tamamlandığında bitmiş olana bakabiliyorsun. Herkes değişir zamanla. Her şey de değişir çünkü. Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz. Herkes değişir. Bazılarının yeni halini seversin, bazılarının sevmezsin. Önemli de değil bazen. Bazen üzücü oluyor tanıdığın birinin gözünün önünde değişmesi. Yitip giden, solup giden bir şeyler gibi. Yüzü yavaş yavaş yok oluyor sonra. Eski albümlerde solup giden çocuk ve asker resimleri gibi. (Ataol Behramoğlu'na selam olsun:)) Sonra devam ediyorsun. Çünkü her şey akar. Ka rüzgar gibi.

Not olarak: Bu yazıyı okuyup kendine yazmış olabileceğimi düşünen herkes için: Bu yazıyı sana yazmadım:)

Kuzgun


Bir ara "neredeyse ölüm deneyimleri" diye bir şeyler okuduğumu  hatırlıyorum. Bunlar, ölüme çok yaklaşan ya da bir süreliğine ölüp yeniden hayata dönen insanların gördüklerini söyledikleri şeylerdi. Ama "neredeyse ölüm" bana çok farklı şeyler çağrıştırıyor.

Bugüne değin ölümle ilgili tek kelime yazmadım çünkü eğer olur da ölürsem gazeteler "Sanki öleceğini biliyordu, bakın son yazısı" vs yazamasınlar istedim. Hatırladığım kadarıyla Bahadır Boysal'ın bu konudaki gerçekten zihin açıcı yorumuna göre bu insanlar öleceğini bildikleri için ölümle ilgili şeyler yazmıyorlardı, bu insanlar ölümle ilgili şeyler yazdıkları için ölüyorlardı! Yani başka bir deyişle, ölümü çağrıyorlardı. Ölüm de sadık bir dost gibi geliyordu.

Başta bahsettiğim "neredeyse ölüm" konusuna gelince, ölüm konusunda yazı yazmama prensibimi bozmamın nedeni budur. Ben hiçbir zaman ölmedim, dolayısıyla yeniden hayata dönme gibi bir deneyimim de yok. Ölüme çok yaklaştığım, National Geographic belgeselinde "Hayatta Olmayabilirdim"e anlatabileceğim tarzda bir olayı da hiç yaşamadım. Aslında ölümümle bile barışıktım. Yani şu an biri gelip 5 dakika 22 saniye sonra öleceğimi söylese, Anathema'dan One Last Goodbye'ı açarım gibime geliyordu. Ama hani derler ya "ölümün bile hayırlısı." Yaklaşık 2 hafta önce, bu kadar "havalı" olmadığımı farkettim. Ve bir de, düşündüğüm kadar panik biri olmadığımı.

Yaklaşık 2 hafta önce, blogumda yer almasını çok da arzu etmediğim bir durumun ortasında kaldık. Bu, benim hayatımda ölüme en yakın hissettiğim andı. Öncelikle belirtmeliyim ki, aklımdan hiçbir süslü his, hiçbir film şeridi ya da daha yapacağım çok şey var tarzı bi şey geçmedi. Bu tarz şeyler insanın aklından çok sonra geçiyor. Aslında benim bunları yazıyor olmamın nedeni bunları paylaşmak da değil. Hayatım boyunca insanların hislerini önemsemeye çalışan biri oldum. Yani çalıştığımı söylüyorum çünkü bunu yapmayı başaramadığım durumlar azımsanmayacak kadar çoktur. İnsanların da hislerimi bilmelerini önemsiyorum elbette ama "Ay resmen şöyleydi, var ya uff" falan demek benim tarzım değil.  Benim amacım kendime bir şeyleri hatırlatmak ve bu yazıyı okuyan herkese.

Telefon rehberimde bir kere bile aramadığım insanlar var, bir kere bile beni aramayan. Hatta bazılarının kim olduğunu bile bilmiyorum. Bir nesilde herkes çocuğuna Gizem diye isim koyarsa olacağı bu arkadaş. Facebook'umda paylaşımlarına sinir olduğum için engellediğim insanlar var mesela. Onları silmiyorum çünkü ayıp olur. Hayatımda hoşlanmadığım insanlar var, onlarla konuşmak zorundayım, çünkü hayat böyle bir şey. İzlemeyi istediğim öyle çok film var ki. Konularını okuyorum, izlemiş kadar oluyorum bazen ama ı ıh, böyle bir şey değil ki film izlemek. Okumak için delirdiğim kitaplar var, kapaklarına dokunuyorum. Rastgele bir sayfa okuyorum içlerinden. Sonra kendime bir bahane buluyorum, daha güzel bir zamanda okumak üzere bırakıyorum kitabımı. Çiçekli bir elbisem var mesela, henüz hiç giymedim, güzel bir günde giymek üzere bekletiyorum. Henüz onu giyecek kadar özel bir gün olmadı. Peki ben bunları ne diye yazıyorum ve bunların başta yazdıklarımla ne ilgisi var? Elbiseymiş ölümmüş ne alaka? Hah işte, ben de onu diyorum, ya diyorum o elbiseyi hiç giyemeseydim? Yani yaşanan günden özel ne var? Kaç ölünün en güzel giysileri dolaplarında çürüdü.

Aslında kimsenin sevmediği insanlara tahammül edecek kadar zamanı yok. Yani sevmediğin biriyle geçirdiğin her saniyeyi kendinden ve sevdiğin birilerinden çalıyorsun. Şimdi düşünüyorum da sevdiğim bir filmi izlemek ya da kitabı okumak yerine ne yapıyorum ki? Sanki çok meşgulüm de yapmıyorum bunları. Higgs bozonunu arıyorum sanki bunları yapmadığım zamanlarda. Ben kimim ki? Ben biyografisi 5 satırdan fazla sürmeyen ve ölüp gittiğinden dünya üstünde yokluğu bile farkedilmeyecek milyonlarca insandan biriyim ve sonu olmayan bir evrende toz tanesinin milyonda biri kadar yer kaplıyorum. Bu kendini beğenmişlik, bu özel arama isteği, bu kibir niye? Her an özel olmalı benim gibi insanlara göre.

Bunları düşünmek güzel, güzel de... Söylediğim gibi böyle düşünmemi sağlayan şey bundan yaklaşık 2 hafta önceydi. Peki ben 2 hafta içinde ne yaptım? Ben... Ben hiç bir şey yapmadım. Bütün gün evde yatıp vücudumun çeşitli uzuvlarını büyütmek dışında hiç bir şey. Hayatımda devrimsel bir şey yapamadığım için kendimi suçluyorum ama muhtemelen bu satırları yazdıktan sonra da yapmayacağım. Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir Lewis Carroll'u eleştirmiştim. Böyle diyince çok hadsizmişim gibi oldu ama özet geçmem gerekirse olayın özü: Alice'in harikalar diyarında muhteşem şeyler yaşadıktan sonra olayların "Aa hepsi rüyaymış" şeklinde bitmesiydi. Bu yazarın yazdıklarına inanmamasına ve insanların hayallerini kırmasına sebep oluyor demiştim. İşte ben.. Ben küçük bir lewis Caroll gibiyim. Yazdıklarıma inanmıyorum ve hayallerimi kırıyorum. Ama yine de böyle düşünüyorum. Bu bir paradoks, bir yanılgı, saçma sapan bir şey. Ama böyle. Ve ben... Benim öğrendiğim tek şey: Beni istemedikçe kimse incitemez. Ben ölümümle barışık biri değilmişim evet, ama kendimle barışmaya başladım sanırım. Ben harika olmadığımı biliyorum, asla harika biri olmayacağımı. Ama artık harika biri olmaya da çalışmayacağım. Hayat harika bir şey olmadıkça, ben harika olmaya çalışmayı reddediyorum.

Ölüm konusunda gelince... "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?" Ben ve ölüm konusuna gelince... Bilmiyorum, hayatını bu konu üstünde düşünerek geçiren insanlar var. Yani beni düşünmediler hayır:D Yani ölümü düşündüler, hatta bir çoğu öldüler bile. Öldükten sonra "Ulan yanılmışız onca sene?" ya da "Hah işte ben de böyle düşünmüştüm"gibi bir geri bildirim yapamıyor olmaları çok yazık. Ben, kendi adıma her belirsizlikten korkuyorum. Çünkü dediğim gibi benim biyografim çok çok kısa: "Güzel bahçeli bir ilkokuldan, berbat manzaralı bir liseye. Oradan güzel kampüslü Odtü. Uluslararası İlişkiler öğrencisi. Hayatının geri kalanında There is a Light That Never Goes Out çalsın istiyor. Çoğunlukla mutlu, kronik olarak da mutlu olmaya çalışıyor." Şey ben bazen 21'imdir... Bazen. Ve bir daha asla.


Böyle.


Doğanın bazı kanunları vardır. Kedilerin, köpeklerin bile bildiği kanunlar. Mesela güçlü olan hayatta kalır. Zayıf olan ölmeye mahkumdur. Bir köpek bile en güçlü yavrularını seçip, hayatta kalmaya en yatkın yavrularını emzirmeye çalışır. Zayıf yavrular için güçlü olanın sütünden çalmaz. Bir anne köpek doğanın en basit kanunlarından birini çok iyi bilir; Güçlü olan, hayatta kalır.

İnsanlar da kuşkusuz doğanın bir parçasıdırlar. Doğanın her kanunu onlar için de geçerlidir. Bu yüzden insanlar "hayatlarını sürdürebilmek" amacıyla hep güçlü olmaya çalışırlar. Bazı insanlar bunun yöntemini diğerlerini zayıf bırakmak olarak düşünebilir. Genellikle bu insanlar kötü insanlardır. İnsanların iyiliğini istemezler. Aşırı hırs sahibi olurlar ve iyi her şeyin kendilerine ait olmasını isterler. Fakat doğanın başka bir hoşluğu olarak bu insanlar da pek mutlu olamazlar.

Bazı insanlar kötü insanlar olmamalarına karşın, seni zayıf gördüğünde üstüne basmak, kendi kuvvetini hissettirmek isterler. Bunlar genellikle senin yakın çevren olurlar ve çoğunlukla bu daha acı verici bir şeydir. Örneğin yıllarca en yakın arkadaşın bildiğin insan en küçük olayda birden sana anlamsızca kinini kusabilir. Aslında kusulan bu kin yılların birikimi olup ortaya çıkmak için doğru anı beklemiştir. Bu tip durumların ve saldırganlıkların illa da arkadaş çevrenden gelmesi gerekmez. İnsanı en zayıf düşüren duygu sevgidir. Sevilen herkes böyle şeyler yapabilir. Bazı insanlar sevginin seni zayıf düşürdüğünü düşünerek tepene çıkmaya çalışabilir, saldırganlaşmaya başlayabilir.

Gerçeklik?


Alice Harikalar Diyarında'yı ilk ne zaman, kimden dinlediğimi hatırlamıyorum. Muhtemelen annem ya da anneannemden dinlemişimdir ama benim bu masalla ilgili en canlı anım ilkokuldaki diksiyon derslerinden. Bir derste hocamız sıralarımıza kafalarımızı koyup, gözlerimizi kapatarak hayal kurmamızı istemişti. Sonra bize Alice'in çay saatine geciken beyaz tavşanı takip etmesiyle başlayan o masalı anlatmaya başlamıştı. Çocuk zihnimde renkler uçuşuyor, tavşan koşup duruyor ve Alice onun peşinden gidiyordu. Kupa Kraliçesi kırmızılar içindeydi, Beyaz Kraliçe beyazlar. Sonra öğretmenimiz masalı bitirdi: "Ve Alice ter içinde uyandı. Gördüğü her şey bir rüyaydı. Oh yatağımdaymışım dedi." Alice Harikalar Diyarında'yı ilk ne zaman, kimden dinledim bilmiyorum ama masaldan o gün nefret ettim.

"Her şeyin bir rüya olması" olayından küçüklüğümden beri gerçekten nefret ediyorum. Hele hele bir masalda fantastik olayların sonunda rüyaya çıkması gerçekten çok üzücü. Çocukların hayal dünyasını bu denli kısıtlamaya ne gerek var bilmiyorum. "Bu olaylar masalda bile rüya çıkıyor tatlım." demek hayal gücüme yapılabilecek en büyük hakaret olabilir belki de. Bir öykünün sonunda her şeyi rüyaya bağlamak, "Bu öyküye bir son yazamadım" demenin en basit şekli de olabilir. Ama ben ejderhaların, büyücülerin, uçmanın gerçekliğine hiç değilse kitaplarda inanmak istiyorum. Yazarın yarattığı fantastik dünyasının arkasında durması, beni çok mutlu ediyor. J.K Rowling'i, Guin'i, J.R.R Tolkien'i ya da King'i başarılı yapan bu. Yarattığı fantastik gerçekliğin gerçek olduğuna inançları. Her şeyi rüyaya bağlamayacak kadar cesareti olan her yazara selam olsun:)

Rüya konusunun bu kadar bilinmez olması, insanları paranoyaya sürüklüyor. Ya yaşadıklarımız bir rüyaysa? Özellikle Inception gibi efekt konusunda aşmış ama diğer her konuda çok abartıldığını düşündüğüm filmin bünyelerde paranoya yarattığının inkar edemeyeceğim. Aynı paranoyayı Truman Show'u izleyip değişik bir adaptasyonla yaşamak mümkün. Ya hayatımız bir showsa? Hayatım Truman  Show tarzı bir şeyse izleyicilerimin pazar günleri dışında sıkıldığını sanmam. Ya da yağmurlu gri havalar dışında. Hemen her konuya isyan eden televizyon seyircisi hava gri olduğunda ve yataktan kalkmadığımda yapımcıma isyan ediyor olabilir: "Şu Allah'ın cezası havayı düzeltin de, şu kız bir haraketlensin, sıkıldık be!"

Finansbank reklamında Mustafa Keser'i oynatan reklamcıyla Pepsi reklamında Bülent Ersoy'u oynatan reklamcı aynı değilse, ben de hiçbir şey bilmiyorum. Ya da Finansbank'ın reklamını örneğin Garanti Bankası, Pepsi'nin reklamını Coca Cola çekmiş de olabilir. Bu olanları başka türlü açıklayamıyorum. Peki Okan Bayülgen'in "Bin dakika, bin dakika!" diye çıkış yaptığı "o şey" de nedir? Of tanrım, keşke bunlar bir rüya olsa.

Türkiye'de uzay çalışmalarının yeterince ileri düzeyde olmamasının nedenini keşfetmiş bulunuyorum: Meslek seçimini 18 yaşımızda yapıyor olmamız. Eğer meslek seçimi 6 yaşında yapılıyor olsaydı Türkiye'nin bir sürü astronotu olacaktı. Ama bu durumda mesela mühendis sayısı ne olurdu bilmiyorum. Biraz mühendis... Ve tek amaçları: Kendilerine Transformers üretmeye çalışmak. İşte öyle bir şey, bilemedim ki şimdi.

Son söz olarak: Düşünülebilen her şey gerçektir, rüya diye bir şey yok. Gerçi şimdi rüya düşünebiliyorsak, rüya da gerçektir. O zaman rüya da vardır. Ama rüya varsa, ne gerçek? Bunu bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa Unicorn diye bir şey vardır. Ama şişmandır. Bu yüzden ona gergedan deriz. O zaman herkese gerçeğinin rüya güzelliğinde olduğu günler dilerim. Tabi dilek gerçek bir şeyse. Ya da... Evet. 


Ölüler, Prensipler ve Boşvermek


"Boşver" anlamındaki en güzel kelimenin -ki aslında söz öbeği sayılır- bir küfür olması dolayısıyla her an, her yerde ve herkesin yanında kullanılamıyor olması çok kötü. Çünkü boşvermek aslında direk olarak hayata, duruma ya da en azından o ana küfretmektir. Bence insanların bazı küfürler konusundaki ön yargılarını yıkmaları gerekiyor. Yani küfür yerine yıldız, kare, ünlem falan görünce aklınıza papatya tarlası gelmiyor değil mi? Benim de gelmiyor. O zaman boşverin. Ya da ne yapın biliyor musunuz? Bence biliyorsunuz.

Boşvermek konusundaki girişimin ve çılgın isyanlarımın nedeni aslında şuydu: Boşverme isteği. Hayatla ilgili o kadar meşguliyetimiz var ki, hayatımızı yaşayamıyoruz. Mutlu bir hayat kurmak için çalışırken bizi mutlu eden şeyleri yapamıyoruz. Şu an Jeremy Bentham bu yazımı okuyor olsaydı beni alnımdan öperdi. Sonra ama "Gelecekteki mutluluk şimdiki mutsuzluktan büyükse, mutsuzluğu çekmek akıllıcadır" derdi. Ama ölüler prensip olarak yazılarımı okumaz ve alnımdan öpmezler. Zaten böyle bir olay beni çok korkuturdu. Bu yüzden bu konuda mutsuz değilim. Her neyse. Hayatı düzenlerken arada bir sürü şey kaçırıyoruz. Güllere koşarken kır çiçeklerini ezmek yani. Bir yandan güzel bir film izleyeceğim diye bir sınavı kötü geçirmenin ve ardından pişmanlık ya da gerginlik çekmenin anlamsız olduğunu biliyorum ama bir yandan da şöyle bir gerçek var: şu an izlemediğimiz bir filmi asla bir daha bu halimizle izleyemeyeceğiz. Herakleitos bu yazımı okusa "Tabi bebeğim. Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz." derdi ama ölüler prensip olarak bana bebeğim demezler.

Bazen her insan gibi beni üzen her haberi önceden algılayıp okumadan geçebilmek, her sözü tahmin edip kulağımı tıkayabilmek istiyorum. En saçma olayın bende en salak çağrışımları yaparak beni üzebildiği her çağrışım öğesini silmek, günde bir kere olsun "boşver" diyebilmek istiyorum. Olmuyor.

Birine sinir olduğumda, örneğin arkamdaki küçük kız kafama iğrenç bir Kebap 49 balonuyla vurup durduğunda onun balonunu patlatmayı düşünmek, çevremdeki sivri cisimleri taramak yerine bunu boşverebileyim istiyorum. Otoritenin köpeklerinden biri bedenimiz, namusumuz ya da hayatımız üstüne ahkam keserken gülebilmek istiyorum. Gülebilmek, boşvermenin en zararsız ve aynı zamanda en sinir bozucu şekli çünkü. Şimdi Nietzsche sinirimi bozan şeyler konusunda gülebilme isteğimi bilseydi beni onaylar ,"İnsanoğlu o kadar acı çekmiş ki, yalnızca o gülmeyi keşfedebilmiş" derdi. Ne yazık ki ölü insanlar beni onaylamazlar. Bu bir prensip.

Rasputin'le fiziksel benzerliğimiz de dikkat çekici.
Aslında tamamen boşvermek istediğimi de düşünmüyorum. Bazen kendime yalan söylemeyi seviyorum. Küçük mutluluklar getirebiliyor çünkü. İtiraf etmem gerekirse (ki böyle bir şey gerekmiyor) tanıdığım insanların %70'inin doğum günümü Facebook'ta "Bugün Dina'nın doğum günü" yazdığı için kutladığı gerçeğini biliyorum. Bugün profilimi kapatsam ya da sadece bu bilgiyi silsem beni kutlayan insanların sayısının çok düşeceğinin de farkındayım. Ama bunları yapmıyorum. Aslında insanların doğum günümü kutlamalarının önem arz etmediğini düşünmüştüm. Böyle şeylerle barışık biriyimdir sanıyordum. Ama geçen doğum günümde belki de ilk kez insanların senin için "İyi ki doğmuşsun" demesinin ne kadar hoş bir şey olduğunu fark ettim. Yani insanların benim doğum günümü gün-ay-yıl şeklinde bilmelerinden önemli olan şey benim hayatta olmama ya da hayatlarında olmalarına mutlu olmaları. Bu ikisi olmasa bile bana incelik göstermeyi düşünmeleri beni mutlu ediyor. Aslında bu konu bile boşvermişlik olabilir. Çünkü insanların benim hakkımda bildiklerini değil, benim hakkımda hissettiklerini önemsiyorum. Mesela şu an Rasputin olsaydı doğum günümüzü birlikte kutlardık. Ben ona "Ra- ra- Rasputin" şarkısını söyleyerek nefretini kazanırdım. Ama prensip olarak ölüler doğum günlerini benimle kutlamaz. O değil de defalarca siyanürle zehirlendiği halde tatlı yiyerek kurtulmuş Rasputin'in 22 Ocak doğumlu bir kova olması beni hiç şaşırtmıyor. Kova şansı, 22 Ocak boğazı. Hell yes.

Boşvermekle ilgili en güzel kelimenin küfür olmasının şöyle tatlı bir yanı var: kelime esprileri. Mesela şu an her şeyi boşversem, yarın kağıdı boş vereceğim. İşte küfür kısmı burada devreye giriyor. O zaman hem kağıda bakarak hem de kağıda bakmadığın bir anda küfredebiliyorsun. Tabi hayatla ilgili umudunu kaybetmemek gerekiyor. Rasputin, defalarca zehirlendi -ki nasıl kurtulduğuna hakimsiniz:D-, vuruldu, dövülüp donmuş nehirlere atıldı ama hipotermiden öldü:D Donmuş nehirde alnında bir kurşunla ölü bulunduğunda nehre atılmadan yaşıyor olduğunu farkettiler. Adam resmen ölüme boşver demiş, ben tatlıya boşver diyemiyorum:) Neyse belki gün gelir beni siyanürlü bir ölümden kurtaran karamelli - muzlu bir pasta dilimi olur, bunu bilemeyiz. Kendimi küçük yalanlarla avutmayı sevdiğimi söylemiş miydim? Anton Çehov şu an yanımda olsa bana tiksinerek bakar ve "Yalan kadar insanı alçaltan bir şey yoktur." derdi. Ben de ona "Oğlum bi' git allasen, Vişne Bahçesi neydi öyle? Ben öyle kitap yazsam insan içine çıkmam, sen çıkmışsın bana insanlık dersi veriyorsun. Sende de yüz varmış!" derim. Ama benim de prensiplerim vardır, ölülere sert çıkışlar yapmam. Ama prensiplerimi boşvermeyi düşünüyorum, ya da daha güzel bir ifadeyle... Hayır, prensip olarak blogumda küfretmem.

Yanıtsız Sorular


Yaşadığım 20 yıl bana hayatla ilgili bazı sorulara yanıt bulma şansı tanıdı. Ama bazı sorular benim için hep cevapsız kaldı ve korkarım öyle kalacaklar.

 Örneğin, ben küçükken Coca-Cola Tangle diye bir şey veriyordu bilmem kaç tane siyah açma halkasına. O ne işe yarıyordu? Bilen gelsin Allah aşkına. 

Ne kadar yaşasam anlam veremeyeceğim başka bir şey varsa o da Serdar Ortaç şarkılarının sözleridir. Bildiğim kadarıyla Serdar Ortaç'ın sorunu kumardı, uyuşturucu değil. Öyle ise "Melek misin yoksa gümüş söğüt dalı mı?" gibi bir söz hangi kafayla yazılmıştır ki? Maça kızı kafası ya da sinek yedili sarhoşluğu falan diye bir şey var ben mi bilmiyorum, nedir yani. Aslında Serdar Ortaç şarkılarını sorgulamayı yıllar önce bırakmıştım. Bu şarkılar benim için müzikal değer ya da duygu taşımaktan öte, cemre düşmesi gibi şeyler olmuşlardı. Serdar Ortaç şarkısı duyunca yazın geldiğini anlıyordum. Serdar Ortaç'ın albüm çıkarmadığı yazlar -var mı böyle bir şey?- biraz daha eksik, daha soğuk ve anlamsız geçiyordu. Serdar Ortaç'ın klibinde oynattığı dansçı Ukraynalı/Rus/Polonyalı kızı sonra yanında sevgilisi olarak görmeyince üzülüyor, eski neşem kalmıyordu. Lakin... Bu süreç bugün bir mağazada onun yeni bir şarkısını duyunca yeniden başa sardı. Şarkı sözlerindeki anlamsızlık benliğimi sarıp beni kuruturken beynim şu sözlerin esareti altındaydı:

deli günler geldi geçti
çok yoruldum ağlamaktan
en azından ağlatıyorsun
*
haber aldım gökyüzünden
yağacakmış kar bu hafta
en azından yaklaşıyorsun
*
ayrıldık kime hesap sorsam bilmiyor
yeni bir aşk buldum dinmiyor
içime taht kurdun gidemiyorsun

*
haksızlık yakalandım artık aşka
tasalandı derdi başka
beni üzmek en derinden

*
aşkımdın ne güzeldin eski çağda
ne büyüktü tutkun ayda
çıkacak bu kalp yerinden



Tek tesellim bu sözlerim ezberimden değil internet arayıp yazmış olmamdayken yazın henüz yeni başladığını ve yaz bitene kadar bu şarkıyı muhtemelen ezberlemiş olacağımı düşünerek korkuyla ürperdim.



Yıllardır anlayamadığım başka bir şeyse ilk defa duyduğum bir şarkının en azından nakaratını ezberleyebilen beynimin niçin olup da yıllardır defalarca duyduğum bir şey örneği Osmanlı padişahları sırasını ezberleyemiyor oluşuydu. Beynimin çalışma prensibi canımı sıkmakla birlikte bu durum bir konsere gittiğimde işe yarıyordu. Çünkü kimse konserde "Osman Bey, Orhan Bey, Birinci Murat!" diye bağırmak istemez. Bu, eğlenme prensiplerine aykırı bir şey. Belki beynim eğlenmeye programlanmıştır. Ya da şöyle mutlu olabilirim: Bir sürü şarkının nakaratını ve Osmanlı padişahlarının ilk üçünü ezbere biliyorum. Böyle daha mutluyum.



Kitaplar kuşkusuz ki anlamlıdır. Yani genellikle. Bazı kitaplar edebi değerlerinden ötürü bitirildiğinde "Bu neydi be şimdi?" dedirtebilir. Ama benim hayatımdaki sorulardan biri bitirdiğim bir kitap yüzünden değil. Bırakın bitirmeyi elime bile almadığım kitap yüzünden. Ama soru benzer. "Bu ne be?" Soru buyken, kitap şu:


Ben yıllar yılı elektrik düğmesini açık ve kapalı konumları arasında dengede tutmaya çalışıp ne olduğunu  gözlemleyen milyonlarca insandan sadece biri olduğumu biliyorum. Kim bilir şu günlerde bunu deneyen kaç çocuk vardır? Ve onlar büyüdüklerinde hala bir sürü çocuk olacak bunu yapan. Aslında fotoselli ışıkların yaygınlaşıyor olması bu konuda canımı sıkıyor. Yeni nesil bu zevki ve deney - gözlem aşkını yaşamadan büyümemeli. Fotoselli ışıklar zaten başlı başına sorun. Tuvaletlerdeki fotoselli ışıklar bazen canımı sıkıyor. Tuvalette koşan falan insanlar var sanırım iki saniyede sönen ışıklar olduğuna göre. Karanlık korkum ile vücudumun rutin ihtiyaçları arasında gidip geliyorum bazen. Sonuç olarak kendimi tuvalette Karadeniz yöresinden halk oyunları sergilerken buluyorum. Hayat böyle bir şey. Asıl üzücü olansa bir neslin telefonlar konuşurken elini kabloya dolama zevkini yaşamadan büyüyor olması. 

Günümüz dünyasının vebası hiç şüphe yok ki Pitbull. Pitbull dediğimiz şahsiyet inanılmaz bir hızla bütün ünlü şarkıcılarla düet yapıyor. Bütün şarkıları ne olduğunu asla anlamadığım sözleri hızlı hızlı söylemek suretiyle kesip araya giriyor. Onun ne ara çıktığına dair hiç bir fikrim yok ve... Pitbull... Çık git şarkılardan bebeğim. Ne ara düet yaptın bu insanlarla?

Aztek dilinde çok sarhoş olmanın "400 tavşan kadar sarhoş olmak" demek olduğunu öğrendiğimden beri 400 tavşanın ne kadar sarhoş olabileceğini düşünmeden edemiyorum. Gerçi bir tavşanın bile ne denli sarhoş olabileceği konusunda yeterince fikrim olmadığından düşüncelerim hep bir yerde tıkanıp, düğümleniyor. Belki de asıl merak edilmesi gereken hangi Azteklinin çıkıp da neden böyle bir şey söylediği. Bir de bu işin doğrusu Aztekli mi Aztek mi o konuda bir emin olamıyorum. Aynı konu Yunanlı/ Yunan için de var. Mesela Türkmenistan'dan olan biri Türkmen diyoruz. Çünkü Türkmenistan, Türkmen ülkesi demek. O halde Yunanistan'dan birine Yunanlı demek niye? Hindistan'dan olan adama Hintli demek niye? Kim icat etti bu dil kurallarını? Ne yapıyordunuz dil ortaya çıkarken bilmiyorum ki? Herkes mi 400 tavşan kadar sarhoştu?!