Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

One Way Ticket


Bugün Milli Piyangonun sitesine girip "119723 no'lu biletinize ikramiye isabet etmemiştir" yazısını görünce ziyadesiyle üzüldüm. Çünkü bugün otobüste Scorpions'tan Still Loving You dinlerken çeşitli planlar yapmıştım. Planıma göre büyük ikramiye bana çıkacaktı. Ben de koşarak Renault bayiisine gidecektim. onların sloganları "Drive the Change" yazılı masalarda oturup satış danışmanlarıyla hızlı hızlı konuşacaktım. "Panelvan mı alsam, jip mi bilmiyorum. Yok en iyisi almayayım ben." Satış danışmanı olanlara anlam vermek için soracaktı: "Ticaret için mi düşünüyordunuz, ne yapacaktınız bu aracı?" O zaman saatlerdir hazırlandığım şekilde Scorpions edasıyla ve Still Loving You melodisiyle bağırıp: "I WOULD TRY TO CHANGE" diyecektim. Sonra koşarak uzaklaşacaktım. Ama bunların hiçbirini ama hiçbirini yapamadım. Çünkü... 119723 no'lu biletime bir lira bile isabet etmemişti. :(

Yapma çiçek dediğimiz nesne doğanın bir taklidi değil mi şimdi? Örneğin gülü görüyoruz böyle kırmızı, beyaz falan. Onu alıyorsun kumaştan aynısını yapıyorsun. E tamam durum buyken fosforlu pembe yapma çiçek yapmak da ne ola ki? Ulan insafsız adam hayatında fosforlu pembe çiçek mi gördün sen doğada? Doğa anaya hakaret değil de ne bu şimdi? Aynı çevrede yaşamıyor muyuz nedir biz?

Bugün otobüste bir adam fırından aldığı bir poşet taşıyordu. "Nimet Fırıncılık. Tahıllı ve Kepekli Çeşitlerimizle Doyasıya Ekmek Yemenin Keyfini Yaşayın" Doyasıya ekmek yemek keyif verici bir durum da benim mi haberim yok, bilmiyorum. Bir de niye doyasıya ekmek yiyelim ki? Baktın yemekler kötü, ekmekle doyacaksın. Koşuyorsun Nimet Fırıncılık'a. "Tahıllı ve Kepekli ekmek çeşitleriniz mi var mı?" diyorsun. Eğer varsa alıp rahatlıyorsun. "Oh ben şimdi bunları doyasıya yerim."

Ahşap boyamak, keçelerden bir şeyler yapmak, ders çalışmak, oyun oynamak ve saçlarımı dalgalı yapmak istiyorum. Allah hepimize sabah 7de kalkıp fön çektirmeye giden kadın azmi versin, amin.

Metal müzikte bilinçaltı mesaj goreleri olabilir. "Biz Allahız, flesh, death, blood" falan diyor olmasınlar sakın? 10 - 25 yaş arası metal dinleyen her erkeğin sevdiği gruba "Allah mısınız siz?" deme sendromunu başka türlü açıklayamıyorum.

Bugün dolmuşta çalan (bütün toplu taşıma araçlarını kullandığım belli olsun istiyorum) şarkı beni yaşamdan soğuttu. Yıldız Usmonova feat Serdar Ortaç. O kırık Türkçe ve saçma sapan sözler birleşiyor... Serdar Ortaç zaten Serdar Ortaç. Ayrıca 78 yaşında adamın biri Bülent Ersoy'a şiir yazıp Posta'ya göndermiş. Espri yapmayacağım. Bu haliyle komik.

Ben neredeyse 20 yaşıma geldim, bildiğin eşek kadar oldum hâlâ şu "Türkiye'nin altı aslında bor dolu" "Karadeniz, uu beybi petrol cenneti" "Ne ülkeyse ye ye bitiremediler arkadaş" muhabbetleri sürüyor ya, kulaklarımı tıkayıp koşarak uzaklaşmak, Karayipler'de okumanın yazmanın bile bilinmediği bir adaya gitmek ve madensel bilgilerle birlikte bu Etibank hafızamı tamamen silmek istiyorum. Ama maalesef bunların hiçbirini yapamam. Ve bunları yapamıyor olmamın nedeni çok açık: 119723 no'lu biletime ikramiye isabet etmedi.

Parisli Cemil Yemini


Dünyada herkesten gizlenen bir sır keşfettim. Umarım bu yazdıklarım yüzünden başıma bir şey gelmez. Bu sırrın açıklanması kafamızdaki bir çok soru işaretini silecek ve dünya daha aydınlık bir hal alacak ama bunca yıldır bir günah gibi ötelenip gizlenen bu sırrın açıklanmasına çok yani öyle böyle çok değil, baya çok kızacak bir meslek grubu tanıyorum.

Sürekli gittiğiniz bir kuaförünüz yoksa bir kuaföre gittiğinizde önce bir iki kez saçınızı hoplatarak bakarlar. Sanki kafanızda saç değil bir kova ejderha pisliği taşıyormuşsunuz gibi bir ifade takınıp şöyle derler: "Bu saçı kim kesti?" Zaten o anda kafanızda dönüp duran cümle şudur: "Hay Allah kahretsin benim bu saçımı keseni." Eğer kendine güvenini çabuk kaybetmeyen bir tipseniz "Niye kötü mü olmuş?" diye sorabilirsiniz. Adam saçınızı tekrar eline alır ve fırlatır "Uçlar falan.. Mahvolmuş." Bu durumda yapılabilecek bir kaç şey vardır. Panik içinde "Ay ciddi misiniz? Ne yapabiliriz?" diye sorabilirsiniz. Sonuç olarak pahalı ve eskisinden çok da -belki hiç- farklı olmayan bir saç kesimiyle kuaförü terk edebilirsiniz. İkinci olarak "Ne yapalım artık. tatile gidip geleyim de" dersiniz. Adam panik içinde "Bence ihmal etme" diyebilir. Bir kuaför asla "siz" demez. Kuaförlük samimi bir meslektir ve ikinci çoğul şahısları kaldırmaz. Üçüncü ve benim en sevdiğim cevap yöntemi olarak da: "E siz kestiniz ya?" diyebilirsiniz. Ama bunun için dikkat çekici saçlarınızın ya da tipinizin olmaması gerekiyor.



Örneğin tipiniz üstteki gibiyse adam saçınızı kesip kesmediğini hatırlayabilir. Bu yüzden şansınızı fazla zorlamamak gerekiyor. Kaldı ki saçınız üstteki gibiyse adam haklı olabilir. Mesela yarın yolda sizi böyle görsem "Bu saçı kim kesti?" diyebilirim. "Ejderha pisliğine benzemiş" yorumumu ise kendime saklarım. Kalp kırmayı sevmem.

"Bu saç nasıl olmuş?" "Değişik. Farklı. Alışılmadık."

Şimdi bu minik kuaför gerçeğinden sonra yıllardır insanlıktan gizlenen sırrı açıklıyorum. Kuaförlerin kuaför olmadan ettikleri bir yemin var. Doktorların ettiği Hipokrat Yemini türünde bir şey. Kuaförlerin yemininin adını da ünlü bir kuaförden aldığını varsayıyorum. Mesela Parisli Cemil. Yani evet kuaför olmak için gerekenler şunlar o halde: Gerçekten iyi bir zanaat ve hayal gücü. Ve Parisli Cemil yemini. Bu yemine göre bir kuaför asla diğerinin kestiği saçı beğenmeyecektir. Saçı boyalı kadınların tamamının dip boyası geldiği ise su götürmez bir gerçektir. Ayrıca şu an gittiğiniz kuaförden önceki kuaförü şu an gittiğiniz kuaförü illa ki çok iyi tanımaktadır ve onlar fön bile çekemezler. Bunlar Parisli Cemil yemininin bir iki maddesi. Geri kalan maddelerin içeriği de şu anki saçımızın ne denli kötü olduğunu ve önceki kuaförün nasıl beceriksiz biri olduğunu söylemekle ilgili.

Bugün %57 indirim yapan bir yer gördüm. Sahibinin öğrencilerini sınamak isteyen bir matematik öğretmeni olduğunu düşündüğüm mekan kaderin bir cilvesi olarak bir kuaför salonu çıktı. Bu da beni şaşırtmadı sayılır. Kuaförlerle ilgili şeylerin pek azı beni şaşırtır. Çok daha neler lan, yok öyle bir şey. Şaşırdım. %57 ne be, insafsız adam. %50 yap, %60 yap.

Şimdi saat uygun olsa %57 indirim yapan kuaför dükkanına giderim. "İğrenç saç kesim"lerini düzelttirmiş kadınların saçlarına neşe içinde saç spreyi sıkan kuaförün yanına sinsice yaklaşırım ve Hairspray Queen'i söylerim. Yaka paça dışarı atılırken "Kurt Cobain'in anısına saygısızlık yapamazsınız bebeğim" diye bağırırım. "Sizin hakkınızda çok şey biliyorum kuaför bey! Ve inanın bunları bütün insanlığa açıklamamı istemezsiniz."

Elvan Dalton'la Hemşehri Olmak


Merhaba sevgili okurlarım bugün size Ankara hakkında gerçekler açıklayacağım. Öncelikle biz Ankaralılar topluca inançlı insanlarız. Yıllardır metro bitecek diye bekliyor, buna yürekten inanıyoruz. Oysa o metro $½# biter. Ama bunu hiçbirimiz kafamıza takmayız. neden? Çünkü kalp gücümüz ve gözümüz var. Bakınca böyle hopp, şehrin her yeri metro olacak falan diye düşünüp seviniyoruz. Çünkü bizler Kızılay'dan Batıkent'e Metro ile gidebilir ve gıcıklık olsun diye arada Ostim, İvedik falan gibi yerlerde inip yeniden binebiliriz. Bir Allah'ın kulu da "Ne yapıyorsun bebeğim?" demez bize. Deseler deseler "Napıyon la bebe?" derler ona da "Hiç la" deriz geçeriz. Gerisi de bizi ırgalamaz. Hiç.

Sonra şimdi biz İstanbul'u sevmiyoruz. Oğlum öyle otobüs hattı mı olur ya? Ankaramızın gözünü severiz biz. Kayıp mı olduk? Bin otobüse. Ya Kızılay'dan geçer ya Ulus'tan. Her yol Roma'ya çıkar misali bir güzergah anlayışı var bizim otobüslerin. E iyi işte. Sonra o trafik nedir yahu? Biz ki yıllarca Akay'ın oradaki inşaatı beklemiş insanlarız, hiç gelemeyiz böyle şeylere. Mesela Genelkurmay falan var böyle. Orada sonbahar olmuyor. Askerlerin yerlere yaprak düşmesine bile tahammülü yoktur. Adamlar düzen adamı yapacak bir şey yok. Trafik falan sevemeyiz efendim biz.

"Bir de deniz olsa" muhabbetinden tiksiniyoruz. Deniz yok. Yaz kış 20lerde de gezmiyor efendim sıcaklıklar. Hiç mi coğrafya görmediniz siz? "Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı" diye bir şey duymadınız mı mesela? Burada kar yapıyor evet. Karı seviyoruz. Çok fazla şaşırmayın ama. Şok bir gerçek ama Ankara'da yıllardır kar yağıyor. Limon falan gördüğünüzde "Ahh biz limonları bahçemizden toplardık!" demeyin, böyle muhabbetleri hiç sevmiyoruz. Bizde bahçenizden fazla bir şey beklemeyin. Baharda gülleriniz açabilirler, hanımelleri de pek cömert olabilirler. Baharla yaz arası o anlamsız dönemde sokaklarda hanımeli kokuları duyabilirsiniz. Kışın bu kokuların hasretiyle yanıp kavrulmayın. Kar da güzel kokar.

Semt isimlerimiz gariptir, fesatlık yapmayın. "Aşağı Eğlence" işte Eğlence'nin aşağısı yani. "Ayrancı'ya gidip ayran alalım" esprilerine Cyclops bakışları atarız, bunu bilin, öyle davranın.

Bizim türkülerimiz, oyun havalarımız falan neşelidir. Ağır düğünler beklemeyin. Bir sürü erotik çağrışımlı oyun havası duyabilirsiniz. Semt isimlerinde yapmamanız gereken fesatlığı bu oyun havalarına saklayın. Misket çalarsa, kalkın oynayın. Zeybek gibi ağır, step dansı gibi zor değildir:D Elvan Dalton Şereflikoçhisarlı olabilir ama, bütün Türkiye'nin hemşehrisi sayılır:)

Biz Ankaralılar tatilde haber izleyemiyoruz. Her siyasi haberin "Ankara'da gergin ortam" şeklinde verilmesi yüreğimizi dağlıyor. Şehrimizi özlüyoruz. Bütün 06 plakalara özlemle bakıyoruz. Yolda yürürken bir araba bize yol vermezse ve şayet o arabanın plakası atıyorum 34se "Ağır ol İstanbullu" diyoruz.

Çünkü Ankaralı olmak demek güzelliği şehir manzarası yerine insan ilişkilerinde bulmaktır.

Twitter'da #ankaraliolmakdemek'i Trending Topic yapıp bu yazıyı yazma isteği doğuran herkese sevgiler:)

İnanılmaz Keşiflerim


Merhaba gezegen. Bu son bir iki günde hayatımda çılgın değişiklikler oldu. Kemana başladım, neden okuldan hayatımız boyunca ölesiye nefret ettiğimizi keşfettim ve son olarak da kafamda melodisi dönüp duran şarkının adını bulabildim. En önemsiz gözükenini hemen söylememi isteyip beni üzmek isterseniz; şarkının ismi Promised Land.

İlk keman dersim beklediğimden iyi geçti. Parmaklarımın ince olması yayı tutuşumu çok zorlaştırırken aklıma birkaç çözüm önerisi geldi.
1) Parmaklarıma silikon yaptırmak.
2) Parmaklarımı çekiçle vurma ya da kapıya sıkıştırma suretiyle şişirmek.
3) Parmaklarımı dert etmeyip yayı o şekilde tutmaya çalışmak.
4) Farklı bir tutuş bulmak.

Akıllı, sağduyulu, çalışkan ve düzgün her insan üçüncü yolu tercih ederdi. Ben hiçbir zaman tam olarak öyle olmadım ve dördüncü yolu seçtim. Artık benim saçma sapan bir yay tutma ekolüm var.

İlk dersimde gacır, gucur sesler çıkarmayı beklerken bir şarkı bile öğrendim. Bir Mozart bestesi. Ah evet, yemediniz biliyorum. Twinkle Twinkle Little Star. Ya da daha bilinen ismiyle Daha Dün Annemizin. O bir Mozart bestesi tamam mıığ?! Evet neyse. Bu da beni büyük bir buluşa götürdü: Neden okuldan tiksindiğimizi biliyorum.

Hepimiz malum şarkının sözlerini biliyoruz: "Daha dün annemizin kollarında yaşarken / Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken/ Şimdi okullu olduk" Evet biliyoruz da, ne alaka bebeğim diyebilirsiniz. Bu durumda samimiyetimizi sorgulamayı bırakıp bana bebeğim demenizi umursamadan size açıklama yaparım. O da şöyle bir şey olur: Küçüklüğümüzden beri kafamıza oya oya nakşedilen düşünce şu olmuştur; Okul annemizin kollarından ve çiçekli bahçemizin yollarından koparılıp gönderildiğimiz yerdir. Bu durumda burayı hangi insan evladı sevebilir, sorarım.

Okul hayatının sevilmeyen bir şey olmasının bir diğer nedeni biyoloji derslerinin bünyemizde yarattığı hayal kırıklığıdır. Canlıların insanlar, hayvanlar ve bitkiler olarak ayrılmadığını duyduğumuzda yaşadığımız şaşkınlığı hatırlayanlar el kaldırabilir mi? Teşekkürler derim. Virüsler konusu ise bambaşka bir konudur. "Yarı canlı, yarı cansız" diye bir tanımlama da nedir öyle? Yarı canlı - yarı cansız bildiğimiz tek şey kuşkusuz ki durmaksızın otobüste karşılaştığımız teyzelerdir. Bunlar sadece otobüste yaşamını sürdüren organizmalardır ve otobüs dışında hayatları boş ve anlamsız şeylerdir. Sonra iribaşların kurbağa yavrusu olmaları gerçeği de nedir öyle? Bizim genç hayal güçlerimize yapılabilecek en büyük hakaretlerden biriydi bu. İribaş diyince aklıma şu beyefendi tadında bir şey gelmeliydi:


Fakat iribaş dediğimiz şey ne bu beyefendi gibi tatlı, ne de hoş. Bildiğimiz yüzen karaktersiz bir yeşillik işte. Yani adam sonrasında da en fazla kurbağa oluyor, heyecanlı bir durum yok. Ayrıca kurbağanın bile iki yaşama sahip olduğu dünyada tek yaşam yaşayıp ölmek düşüncesi bizi hüzünlere gark etti. Uğruna şiirler, şarkılar yazılan "Uu beybi, kalbimi kırdın, seni sevdim öldüm, göbeğime bakıp güldüm" tarzı şarkılar yazılan kalbimizin ise 4 odacıklı kendi halinde çalışıp duran yok efendim oksijeni ayrı yere koyayım, aman dur kirli kanlara değmesin derdinde olan basit bir organ olması ise tam anlamıyla kalbimizi kırdı. Bu hayal kırıklıklarıyla okul nazarımızda en fazla hangi sevgi basamağına tırmanabilirdi ki?

Şahsen şu saniye Milli Eğitim Bakanı olsam 100 Temel Eseri kökünden değiştiririm. Genç beyinlerin Açlık ve özellikle de Cemo gibi kitaplarla kitaptan nefret ederek hayatlarına devam etmelerine göz yummam. Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni sokarım örneğin 100 Temel Esere. Sonra bakarım öğrencilerin kaçı 6 x 9 = 42'yi sorgulayacak? Bunu sorgulayan öğrencileri büyük bir konferans salonuna alırım ve onlara şöyle bağırırım: "Douglas Adams sizin yüzünüzden bir daha 13 tabanlık sistemde espri yazamayacak mı ulan?!" Sonra konferansı bitirip onları dizinin en sevdiğim kitabının adıyla uğurlarım: "Hoşçakalın ve balıklar için teşekkürler"

Mortal Kombat Ruhu?


Merhaba tanrım. Bugün sana jenarasyonlar arası yaptığın korkunç yanlışlığı belirteceğim. Bunu bugün Creedence Clearwater Revival - Have You Ever Seen The Rain dinlerken farkettim. Hikmetinden falan sual olunmaz -çünkü tanrıyla Arapça konuşmak zorundayız biz- ama af buyurursan Şükran anneannemle beni yanlış jenerasyonlara koymuşsun tanrım. Ben 60larda genç kız olmalıydım. Puantiyeli ve kabarık etekli elbiselerim olmalıydı boyundan kalın askılı. Anneannemin de 2011de iPhone N (En son kaçta kaldı sahiden bilmiyorum) sahibi bir genç kız olması gerekirdi. Saçlarımı kabartıp kocaman güneş gözlükleri takmalı, kalın saç bantları takmalıydım. Neyse tanrıyı bırakıp size döndüğümüzde şu anda tek bilmek istediğim yağmuru hiç görüp görmediğiniz.


Eğer Ankara'da yaşıyorsanız "Haziranda gördük la bebe" diyebilirsiniz. Ama bu yanıtı vermek için aynı zamanda Ankaralı olmanız gerekir. Ankara'da yaşamak size "la bebe"yi kullanma hakkı vermez. Ama Ankaralı candır, kullanın. Eğer ÖSSye hazırlanmışsanız ve "Hangisi bir paragrafın giriş cümlesi olamaz?" testleri çözdüyseniz ve onlar aklınızda kaldıysa pek az paragrafın "Eğer" şeklinde başladığını biliyor olmalısınız ama bu benim hiç umrumda olmaz. Mesela bendeniz yıllarca İngilizce gördüm ama hâlâ okurken I Love 60s yazısını "Ay lav altmışs" diye okuyorum. Ayrıca "Ay vas born in bindokuzyüzdoksaniki". Herkes böyle bilsin bunu.

Doğum tarihleriyle ilgili ciddi bir problemim var. Birine yaşını sorduğumda "78liyim" demesinden nefret ediyorum. Sana yaşını soruyorum, niye matematiğimi sınıyorsun ki şimdi? Bakın bunu yapanlarla "0.7 uç var mı?" dediğinizde "0.5 var" diyen çocuk aynı kişi. Bu adamların benim hazırlık hocam Füsun Hoca'nın öğrencileri olmasını diliyorum. "Ben sana onu sormamışım ki, asıl soruyu cevaplamıyorsun" diye bütün puanları gitsin pisliklerin. Oh.

Vantilatörü açtığımda büyük anne deyimiyle "kulağıma kulağıma esmesi", açmadığımda hiç esmemesi ikilemi beni bitiriyor. Öyle ki içimi kemiriyor bu sorunsal. Bu olayı düşünmemek için dağlara kaçmak, vantilatörü unutuncaya değin içmek ve kışın dönüp aynı olayları elektrikli soba ya da kombi falan için yaşamak istiyorum. Oğlum kışın ne güzel ya, giyiniyorsun, olay bitti mis. Kışın da aynı şeyin yazın ne güzel oluşu ve duş alınca olayların bitmesi şeklinde söylemiş olmamı kanıtlayabilecek adam varsa gelsin kanıtlasın. Kanıtlamazsa sonsuza kadar sussun. Gelsin sorunlarımı çözsün, gitsin.

Bari ayaklarını yıkasaydın parmak arası terlik giyen erkek. Olmuş mu Lacoste tişörtle o anlamsız mayodan bozma şort? Bileğinde bilekliğinin izi şeklinde yanmışsın iyi güzel de, ayaklarını yıkayaydın iyiydi be parmak arası terlik giyen erkek. Küçük bir not olarak da: Ankara Metrosu turistik bir yer değil.

Şimdi benim mükemmel bir projem var. Çay soğuyor içemiyoruz, bira ısınıyor içemiyoruz ya işte benim sistemimle çay gittikçe ısınacak bira da gittikçe soğuyacak. Tek sorun bunu nasıl yaparım bilmiyorum. Fikir güzel, bunu işleyin, bir şeyler yapın. Zeka başka bir şey evet.

"Allah cızırtını versin" sözünü kim icat ettiyse kendini dünyadan silsin lütfen. Dünya kafi derecede kötü bir yer. Zaten hava cehennemden iki derece serinken kimse günah işlemekten korkmuyor, anlaşılabilir bir şey.

Yıl olmuş 2011, millet hâlâ parantezden gül falan yapıyor. Nasıl gelişebilir insanlık? benim soğut - ısıt projem de yalan oldu zaten. O değil şu ara kaç kişi ODTÜ Uluslararası İlişkiler hayali kuruyordur acaba? Tam bunları düşünüp içim sıcacık olmuşken okul sitesinin değişmesine şaşırdım. Klasik bir tepki olarak "Yok abi alışmıştık ne güzel diğerine" falan demek istesem de hiç bile. Yeni tasarımı sevdim. İnsanların bir şeyi sadece yeni ya da farklı olduğu için harcama eğilimi benim içimi sıkıyor. "Mortal Kombat'ın yeni oyunu çıkacak" "Mortal Kombat ruhunu kaybetti." Bu diyalog beni Mortal Kombat ruhunun nasıl bir şey olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Mortal Kombat bildiğimiz kadarıyla şöyle bir şeydi: Pat, Küt, Ouch, Sub-Zero, *don bebeğim*, Scorpion *yan bebeğim*, Raiden *çarpıl bebeğim*, pat ve küt. Kriterlere baktığımızda Mortal Kombat'ın ruhunu kaybetmediğini söyleyebilirim. Birini ölümüne dövdüğümüz sürece oyun hep aynı kalacak. Ne zaman ki birini ölümüne severiz o zaman o Mortal Kombat olmaz, Aynalı Tahir falan olur. Scorpion rakibini aşk ateşiyle yaktığı gün bir daha oyunu oynamam. Bizi bozar.


İnsanların yapma bir Ege şivesiyle konuşarak sevimli olabileceklerine inandıkları bir dünyada yaşamanın gitgide zorlaştığına inanıyorum. Bebek taklidi yapan insanlarsa tamamen tanrının sinirlerimizi sınama şekli. Otobüslerde burnuyla oynayan tüm insanların cam kenarlarına oturmasıyla direncimize son darbe ve hava yüz yirmi bin derece civarıyken nasıl yaşayabildiğimizi gerçekten bilmiyorum. Bütün bu saydığım durumlar bize Mortal Kombat jargonuyla bir "Fatality" olurken ben yazıma son noktayı koyuyorum: K.O.

Ben katil değilim Ferhat Göçer


Yağmurlu bir sonbahar gecesinde zengin bir iş adamının öldürüldüğü o bulmacayı bilirsiniz. Elimizde üç şüpheli vardır: Ahçı, bahçıvan ve hizmetçi. Ahçı akşam yemeği hazırladığını bu yüzden cinayeti işleyemeyeceğini iddia eder. Bahçıvan çiçekleri suladığını bu yüzden katilin o olamayacağını söyler. Hizmetçi ise evi toplamakta olduğunu cinayet zamanı meşgul olduğunu söyler. Bu bilmeceyi sorduğunuz kötü esprili kişiler "Katil uşak ehehe" diyeceklerdir. Onlarla görüşmeyi kesin. Eğer aklı başında birine soracak olursanız katilin bahçıvan olduğunu söyleyecektir. Kaşınızı kaldırıp onu morartmak istercesine "Nideen?" derseniz aklı başında kişi sizin bu boş beleş çabalarınızı ciddiye almadan sükunetle yanıtlayacaktır: "Çünkü yağmurlu havada çiçek sulanmaz."

Bu bilmece geçen annemle yağmur altında çiçeklerimizi sularken aklıma geldi. "Anne şu anda bir cinayet işlense ve herkes bulunduğu yeri ve ne yaptığını söyleyecek olursa bizi tutuklarlar, biliyorsun değil mi?" Bazen bunu yapıyoruz biz, aklınızda bulunsun buraya yazıyorum ki katilin biz olmadığımız anlaşılsın. Yağmur altında hortumla teras yıkayan ve çiçek sulayan manyaklar biziz ama bu bizi katil yapmaz yani. Bu böyle bilinsin.

Dünyadaki bütün şarkıları ayırmak gerekirse: Ferhat Göçer'in söyledikleri ve söylemedikleri şeklinde ayırabiliriz. Ferhat Göçer'in söylemediği çoğu şarkıyı da Gregorian söylemiş olabilir mesela. Stairway to Heaven, Clocks, Fix You, Nothing Else Matters, The Unforgiven, Forever Young ya da Losing My Religion gibi şarkıları Ferhat Göçer'den duymaktansa Gregorian'dan duymaya adeta taptığımdan durumu bozuntuya vermeden geçiştiriyorum. Şimdi sizin göreviniz, tabi eğer kabul ederseniz, (Bakalım kimler Görevimiz Tehlike izlemiş?) -ki kabul etseniz iyi olur- şu: Bu şarkıları Ferhat Göçer'den gizlemek. Ferhat Göçer'i görünce bu şarkılar hiç olmamış gibi davranmak. Bunu insanlığa borçluyuz. Gerçekten.

Eğer annemi ne kadar çok sevdiğimi sayısal bir değerle ifade edebileceğim bir gün gelseydi insanlık sayıların sonsuz olmadığını anlayacaktı. "Son sayı budur" diye benim sevgi değerim ders kitaplarında okutulacak ve çocuklar bunu böyle öğrenecekti.

İnsanların aşkı kimyasal nedenlere ya da sosyal nedenlere bağlamasına anlam veremiyorum. Aşk diye bir şey varsa tek nedeni şarkılardır.

Şimdi mesela bende Agatha Christie zekası olsa ben kendimi peygamber ilan ederdim. belki o zekada olmayışımın nedeni bu. Günahkar olmayayım istiyor Allah.

Dünyada her şeyi güzel yapan bazı şeyler var. En iç sıkıcı anıyı güzel anlatan insanlar, en sıradan cümleyi bir sihre dönüştüren sesler, en alakasız müziği cennetten süzülen notalar haline getiren müzisyenler, en karamsar anı neşeli hale getiren detaylar. Tanrının bunlara bahşettiği sihrin üzerime saçıldığını hissediyorum bazen. Bu sihrin yağmurunda dolaştığımı... Çünkü ben onu sevdiğimde bu şehirde hep yağmur yağıyor.

Sevgiden bahsetmekten hoşlanmıyorum çünkü herkesin kendine göre bir anlayışı var . Her şeyi farklı seviyoruz. O kadar çok şeyi seviyorum ki düşününce. "Kalabalığın içinde yalnız olmak" düşüncesini anlamıyorum. "Hepimizin bir kalbi varsa niçin birbirimiz için atmasınlar?" Bu düşüncelerimden Ferhat Göçer'e söz etmeyin.

Bugün ilk defa Bruce Springsteen gibi hissettiğimi hissettim. Şaka be, hala yok öyle bir şey:)

Harry Potter'ın son filmindeki altyazıları yerim. "If you truly loved her.." (Eğer onu gerçekten sevdiysen) "No one knows" (Bunu kimse bilmemeli.) Bundan sonra kimse Harry Potter okuyucusunun romantik olmasını beklemesin bebeğim.

Mavi kelimesinin çoğu Afrika dilinde küfür olduğunu duyduğumda ilk aklıma gelen şey Mavi Jeans'in bu ülkelerde mağazası olup olmadığı oldu. #$%& Jeans'ten giyindiğimizi düşünsene mesela.. Şimdi ben orayı yazmadım ya, hepimizin aklına papatya tarlaları geldi:)

Aklıma Simpsons'tan tatlı bir sahne geldi. Lisa hoş bir oğlanla tanışır:
L: Demek İrlandalısın.
H: Evet.
L: Demek baban müzisyen.
H: Evet.
L: Şey acaba..
H: Hayır Bono babam değil.

Acaba ilk önce kim U2 coverlayacak; Gregorian vs Ferhat Göçer. Bunu Googleladığımızda Gregorian'ın With or Without You ile önde olduğunu görüyoruz ki bu sevindirici. With or Without You'nun doğru düzgün bildiğim tek U2 şarkısı olması da güzel hem.

Belki dinleyip severim diye yeni grup dinlemiyorum. işin yoksa bütün şarkılarını dinle, sevdiklerini bul falan çok sıcak ya. Bu sıcakta oturup bu kadar yazmam bile aptalca bir hareketti. Ama Ferhat Göçer meselesini söylemeliydim. Bu konuda hassasım. Öpüldünüz.

Realizmi Severim.


Ülkedeki bütün 13 - 25 arası gençleri toplayıp İngilizcenin daha havalı bir dil olmadığını anlatmak istiyorum. "Oh I hate paper work!" yazan arkadaşım, iki saat önce şehriye çorbası içiyordun bizi mi yiyorsun böyle?:) "Cehennem evet!"in bir "Hell yeah!" olmaması konusu beni zerre kadar ilgilendirmezken hangi dilde "Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan, beni bir gözleri ahuya zebun eyledi felek" denilebilir mesela, bunu düşünelim. Gerçi bu güzel şiirin ne kadar Türkçe olduğu üstünde hayli tartışılabilecek bir konu. Ama zannederim şuna kimse itiraz edemez: "Sen bana bakma ben senin baktığın yönde olurum."

Hayatımda bir zamanlar önemli olup zamanla bu yerini yitiren herkes için bir doğa gerçeği: Leoparın kuyruğuna basılmaz.

Yüzü güzel olup da şişman olan kızların hepsini uyarmak, "Çok güzelsin tatlım, biraz dikkat et" demek istiyorum. Ama belki yüz güzellikleri kilolarından kaynaklanıyordur, bilemeyiz.

Facebook'ta "Kadınlar ne ister?" sorusunu yanıtlayan erkeklerin kadınları tanımadığı açık. Onlar "Hep daha fazlasını" diye yanıtlamışlar. Kilo almamak daha realist olabilirdi bence.


Realist insanlar romantik filmler izlemezler. Romantik filmlerin amacı "Ah ben de bir gün böyle bir aşk bulacağım" demektir. Biz ise böyle aşklar yaşamadan öleceğiz. Boşverelim bunu Jennifer Aniston bile aldatıldı tatlım, biz kimiz ki? Olay romantik filmde bitiyorsa bu kadının mutlu bir hayatı olmalıydı değil mi? Ve hayat ne kadar sorularla dolu.

Bu kadar güzel şarkılar, güzel filmler, güzel kitaplar varken bazı insanların nasıl olup da hayatı sevemediklerini anlamıyorum. Bir de bu yıl inanılmaz bir hızla geçti. Ka bir tekerdir ve döner işte.

Her yaz acayip bir haller oluyor bana ve yılı baştan sona değerlendiriyorum. Benim gibi hayatında okulundan başka işi olmamış insanlar için takvim dediğimiz şey eşittir okuldur. Okul yoksa yıl bitmiştir. Yazsa yıl dışında kalan eğlencelik şirin bir zaman dilimidir. Eylül dediğimizde yeni yıl başlar ve yeni yıl arada bir doğum günü havasında geçer. Şu an baktığımda kısacık, miniminnacık gibi görünen bu yıla aslında baya bir şey sığdırdım.

Üniversite falan diyince kulağa çok acayip geliyor, ne bileyim tam da büyümedim galiba. Aslında bazen kendime aşırı küçük geliyorum. Nerede çocuk, nerede genç kız, nerede genç bir kadın gibi davrandığım pek belli olmuyor galiba. Kendime ben de şaşırıyorum, büyüdüm ya. Neredeyse 20 olacağım. 20. Bildiğin 20 yani. "Teenager" son yaşımı yaşıyor olmam beni çok heyecanlandırıyor olmasına rağmen büyümeyi eskisi kadar istemediğimi anlıyorum. 6 yaşımda hayata 25 yaşımdan başlamak istiyordum, kreş gösterimizde kusursuz bir papatya olmuştum başımdaki kartondan şapkayla. İlkokulda Harry Potter'cılık oynuyorduk mesela. Birçok büyüyü ezbere biliyordum. "Expeliarmus" diyince karşımdakinin elindeki kalemi yere atması gerekirdi. Ortaokul mezuniyetinde giydiğim kep çok önemli bir şeymiş gibi geliyordu. Lisede trigonometri çalışırken oturup ağlamıştım. Evet yapmıştım bunu. Olmayan şekillerin, olmayan kenarlarının, olmayan oranlarını öğrenemiyor olmak dünyanın en sinir bozucu şeyi gibi geliyordu. Geçen sene dershaneye giderken Blind Guardian kulaklarıma "You're not alone" diyordu.

Hep çocuk kalmak istemedim. Çocukluk baya sancılı bir şeydi. 5 yaşındaki kimse hep 5 yaşında olmak istemez. 14 yaş ise bir şeylere karar verecek kadar büyük ve uygulayamayacak kadar
küçük olmak da hoş bir olay değildi. Ölene kadar 19 kalabilirim ama. Ah aman tanrım, şimdiden yaş kompleksine giriyor olamam değil mi? Sonsuza kadar 19 olmak istiyorum.

"Zeki insanlar beynini, aptal insanlar kalbini dinler." Beyinden ayrı atan bir kalp bilmiyorum. Kalpten ayrı çalışan bir beyin bilmediğim gibi.

Her şey onların ne kadar basit olduğunu göremeyeceğimiz kadar karmaşık. Sanırım haşlanmış mısır yemek bende alkol etkisi yaratıyor.

Sıcak mı soğuk mu karar veremediğim hava odanın için geziniyor şimdi. Saçlarımı okşuyor hızlı esen bir rüzgar, keşke yalnız bunun için sevseydim seni. :)

Sting'le Ölümcül Sorular


"Duyduğun en anlamsız şey neydi?" diye sorsalar "Oy bacanak bacanak sen bu zilliyi bırak" türküsünü bile es geçerek " 'Kedi canını senin' söz öbeğidir." derim. Kedi canını senin ne be?! Hayır bir kere cümle değil. Cümleleri yarım bırakmak Türkçe'ye hiç gitmiyor, bakın cidden. "Ananı senin" dediğimizde sevimli oluyor mu mesela? Kedi canını senin nasıl sevimli olabiliyor ya da sevimlilik belirtiyor? Hay Allahım ya, of demeyin şöyle şeyler.

21 Haziran'ın en uzun gündüz ve en kısa gece olmasını "One stand ilişkiler tehlikede!" şeklinde yorumlayan insanlar tanıyorum. Coğrafya bilgilerimizi seviyorum.

Çevresinde hoşlanılmayan kızların futbola aşırı ilgi göstermelerini erkeklere "kafa kız" imajı vermeye çalışmalarına bağlıyorum. Şahsi gözlemlerime dayanarak onlara acı bir haber vermem gerekirse: Kızlar, erkeklerin bunları konuşmak için erkek arkadaşları hali hazırda var. Kendiniz olun bebeğim:)

İlkokuldayken ne güzel 48lik pastel boyalar vardı. Altın ve gümüş rengi boyaları olmak aşırı statü farkı yaratıyordu. Şimdi ne bileyim iPhone'u, Blackberry'si olanlar bana 48lik pastel boyası olan çocuklarmış gibi geliyor.
Mesela Sting şimdi bize gelse "Bi' Shape of My Heart söyle abi" derim. Anlamaz muhtemelen. Domuzluğumdan İngilizce'sini söylemem. Müzikle bunu anlatmaya çalışırım. Evrensel dil neticede.

"Duyduğun en güzel şarkı ne?" deseler baya düşünmem lazım. Of çok güzelleri var ya. A Question of Heaven nasıl güzel bir şey mesela. "My spirit begins to rise" bölümünde "Allah Allah" diyesim geliyor böyle ama şey tadında Çile Bülbülüm söylermişcesine:D There Is A Light That Never Goes Out var mesela. Lethe'yi de severiz. Strawberry Fields Forever mükemmeldir. Tonight da çok tatlı ne bileyim, sormasınlar böyle şeyler.

Sting "Duyduğun en güzel şarkı ne?" diye sorsa "Shape of My Heart" derim. Mutlu olsun isterim adam. Sonra bir anda sinirlenirim. "Kupaymış, kalpmiş kelime oyunları yapma bana sarışın!" diye bağırırım Sting'e, ayıp ederim.

Her anını Twitter'a, Facebook'a yazan insanlar var. "Guitar Hero oynuyorum" diye bunun resmini çekip aynı anda nete koymuş. Ay onu gönderene kadar kır bacağını oyna ya, bu nedir?Sinirlendiriyorsunuz beni valla.

Bazı filmleri kötü olduğu için popüler oluyor. Kendine ve zekasına güveni olmayan insanlar filmi izliyor ve hiçbir şey anlamıyor. Sonra ya ben anlamadım ama herhalde çok derin bir şey bu diyorlar. Sonra da o filmin derin olduğunu başka insanlara söylüyorlar ve bu bir döngü halinde devam ediyor. Mesela su döngüsü gibi. "Su döngüsü nasıldı?" diye sorsalar "Aç Google'ı bak bre deyyus!" diye bağırırım şu an.

İngilizce'de "Queen" olan kartın bizde "Kız" olması ciddi bir aşağılama. Kraliyet unvanlarını falan hiç takmıyoruz bak:)

Youtube'da her videonun altına "Arkadaki parça ne?" yazmak için para alan insanlar olduğunu biliyor muydunuz? Tekrar düşünün.

Her 5 Kasım'da "5 Kasım'ı hatırla, 5 Kasım'ı hatırla" olayına girmek istememe rağmen her 5 Kasım'da bunu unutmuş oluyorum. Havlu Günü'nü de kaçırdım bak. Bir de yeni arkadaşlık tanımı olarak: Facebook haber vermeden doğum gününü hatırlayan insan gerçek arkadaşındır. Ya da hafızası iyidir. Bilemeyiz.
Şu an biri gelse "En sevdiğin Beatles şarkısı ne?" dese, isyan ederim artık. "Her şeyi bana sormayın. Çok soru soruyorsunuz bebeğim" derim. Sting sorsa bile takmam. Amerikan güreşçisi Sting sorarsa tırsarım. Yerime sinip "Strawberry Fields Forever" derim. Ya da "Oğlum full showsun sen yae" derim. O derece. Öptüm bebeğim sizi.

Su bir element değildir.


Dört. Kusursuz simetri. Kare. Elmas. Dünyayı var eden dört elementi ateş, su, hava ve toprak olarak bilmem ne son hava bükücü avatarın işiydi, ne Illuminati'den etkilenen bir çocuktum. Bu tamamen Luc Besson abinin işiydi. Beşinci Element'i ben de izlemiştim ve kusursuz dengeyi sağlayan dört elementi tabi ki ben de biliyordum. Hatta beşinci element de Milla Jovovich'ti, Bruce Willis ile öpüşünce dünya bile kurtulabilirdi ama tabi ki bunlar sadece filmdi. Beşinci element falan diye bir şey yoktu, aslolan dört elementten başka bir şey yoktu.

Anneme elementlerin ne olduğunu sorduğumda "Dünyadaki dengeyi sürdüren şeyler" olarak tanımlamıştı. Yani onlarsız yaşam imkansızdı. Havayı, suyu anlayabiliyordum da ateşsiz yaşayamama düşüncesi minik kafama bir türlü sığmıyordu. Bırak çiğ eti, az pişmiş bir eti yeme düşüncesi tüylerimi diken diken ettiğinden tanrılardan ateşi çalıp insanoğluna getiren Prometheus'a hak ettiği saygıyı göstermeyi öğrendim daha sonra.

İlk okulda bir seviye tespit sınavı olmuştuk. "Hangisi bir element değildir?" diye bir soru vardı. Henüz elementleri falan işlememiştik. Ama ben genel kültürü olan bir çocuk olarak elbette ki elementleri biliyordum. Ne işaretlediğimi tam söyleyemem ama doğru yanıtı hatırlıyorum. Yanıt "Su"ydu.

Dehşete düşmüş, kandırılmıştım. Su, elementlerden belki en önemlisiydi. Kesin sınavda bir yanlışlık vardı. Sınavda yanlışlık olmadığını ise bir süre sonra anladım.

Dersteydik ve "Elementler"i işlemeye başlayacaktık. Sarışın bir hocamız vardı, sevimli ve güzel bir kadıncağızdı. Hayat Bilgisi derslerinin fen ayağına giren derslerini onunla işlerdik. Dersin başında bize elementin tanımını bilen biri olup olmadığını sordu. Gururla elimi kaldırdım. "Elementler dünyanın dengesini sağlayan şeylerdir. Onlarsız yaşayamayız." Hoca sarı saçlarıyla asla uyum sağlamayan siyah kaşlarından birini kaldırdı. "Onlarsız yaşayamayız ha?" Bir süre düşündü. "Yoo, yaşarız."

Şimdi düşündüğümde duraksayıp düşünmesinin nedenini anlamlandırmaya çalıştığımda aklıma onun aklına element olarak ilk altın ya da gümüşün gelmesi geliyor. Kadınlar altınsız ya da gümüşsüz yaşayamayabilirler:)

Sonra elementlerin kendinden başka maddeye ayrışmayan, cins, saçma sapan bir şeyler olduğunu öğrendim. Dünyanın dengesiyle zerre kadar ilgileri yoktu. Pentagramın 4 kuyruğu olmaları söz konusu bile değildi. Su dediğimiz nesne ise bir bileşikti.

Bileşik? Bu 4 elementten belki en önemlisi olan "Su"ya yapılmış, yapılabilecek en büyük hakaretti. Denizleri, okyanusları oluşturan, yaşamın başladığı yer su bir element değildi de dandik bir radon elementti, ha?

Bu benim doğru bildiğim bütün dünya dengelerine ihanetti. Fen Bilgisi'ymiş. Hah. Bu insanlar kim oluyorlardı da Illuminati'nin kabul ettiği terra, aer, aqua ve ignis'i sorguluyorlardı? Ben daha o gün MF seçmemeye karar verdim. Fizik, kimya, biyoloji değildi dünyayı ayakta tutan. Şüphesiz ki benim biyolojik yapım, vücut kimyam ve bütün fiziksel özelliklerimle Galile'nin, Hegel'in gittiği yoldan gitmek istiyordum:D benim için element 4 şey demekti ve insanları ne yapmak istiyorlarsa onu yapmakta özgürdü. Ben pentagramın beşinci ve son üyesi insanoğluydum. Element görüşleri kurşun, berilyum ya da azottan ibaret olan hiç kimse beni anlayamayacaktı.

Elementler olmadan yaşayamayız, gerçekten.

Evrenin Sırrı


Bazen bir dükkanın önünden geçsem ve orada çocukluğuma dair bir şarkı çalsa ben de kendime salak salak gülümsesem istiyorum. Bazen bu oluyor.

Bugün Dost'a gittim uzun zaman sonra. Yeni bir kitap çıktıkça sinirleniyorum resmen. Okumadığım, okumayı istediğim öyle çok kitap varken lanet adamlar her an yenisini yazıyor ya... Güzel bir arya çalıyordu girdiğimde. Duru bir soprano sesi hayatım boyunca anlamayacağım İtalyanca kelimeleri ahenkle birbiri ardına diziyor, yaylı çalgıların sesi kitap kapaklarına sürünüp kulaklarım doluyordu. Bu şiirsel sahneyi bozan tek şey vardı: Bir ses. "Gız bu kitapları buraya ben mi kodum?! Organizasyonuna gızım senin..." Güzel bir şeyimi bozmuşlarcasına kalbim kırıldı, çıktım hemen. Yeri gelmişken asgari ücretin 629 lira olduğu ülkede bir kitabın 20 lira olmasından nefret ediyorum.

Sevdiği bir şarkıyı sırf batıl inançları yüzünden iPoduna atmayan benden başka biri var mıdır acaba? Ayrılıklı, seni şöyle hatırlayacağım'lı şarkıları iPoduma atmıyorum. Wild World güzel şarkısın ama seni listelerime atmıyor olmamın nedenini biliyorsun bebeğim. Tatlımsın yoksa.

Bazen sanki çok uzun bir kış uykusuna yatıp kalkmışım bu arada dünya değişmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Tam "Who the fuck is Justin Bieber?" kısmını atlamış ve Justin Bieber'ın kim olduğunu öğrenmişken Rebecca Black çıktı şimdi de, iyi mi? Durun Kanye West kim, Lady Gaga'nın yeni şarkısı mı çıkmış derken her şeyi kaçırıyorum.

Okulda geçen "evrenin sırrını asla bilmeden ölecek olmamız ne kadar acı" gibi bir muhabbet geçti. Isaac Newton, Einstein bunu bilmeden öldüler, biz kimiz ki lan, acı falan değil işte.

Evrenin sırrından daha etkileyici şeyler var. Mesela tavus kuşu tüyleri. Dünyada pek az şeye böyle hayranlık duyuyorum sanırım. Büyülenmiş gibi, aptal aptal bakıyorum böyle. Nasıl bir güzelliksiniz siz ya, of. Biz insanlar, sahiden çirkin yaratıklar olabiliriz.
Az önce bahsettiğim kış uykusu durumunun bir de duygu ayağı var. Pastel efektli birbirine sarılan insanların fotoğraflarını sevmiyorum, sevemiyorum. Ah Tumblr, hep senin başının altından çıkıyor bunlar. Ben de isterdim söz ettiğim fotoğraflardan birini koyup aşka dair şeyler yazmak açıkçası. Ne bileyim insan daha duygusal, daha derin hissediyor ama benim derinliğim "Einstein bilmiyordu oğlum evrenin sırrını, biz kim oluyoruz ki?" seviyesinde takılıp kalıyor. Ne bileyim tanımadığım belki de aslında sevgili bile olmayan insanların sarıldığı fotoğrafın altına niye aşka dair şeyler yazayım ben? Hani niye aşka dair yazayım daha güzeli? Tavus kuşu tüyü daha güzel bir şey bakın, gerçekten. Şu fotoğrafı başka bir ışıkla çeksen güzel değil ama tavus kuşu tüyünü her ışıkla incele, oh mis. Mükemmel. Kusursuz. Öptüm hepinizi tavus kuşlarım benim.

Çin Dili


Öncelikle, eğer blogger şifremi tek seferde hatırlayabilsem daha fazla yazardım belki. İkinci olarak, şu anda kanuni olarak girip giremeyeceğimi bilmiyorum. Sahi açıldı mı blogger?

Havalar iğrenç bu ara. Twitter'da okuduğum hoş bir tespite göre: "Havalar böyle giderse bu sene Demet Akalın ve Sertaç Ortaç şarkı yapamayacaklar." Kışlıklarımı kaldırır kaldırmaz havaların bu denli soğuması Murphy'nin mi yoksa evrenin mi bana el hareketi çekme şeklidir artık karar veremiyorum. Neyse ki emektar hırkalarım her tişörtün üstüne tatlı bir kombine oluşturarak beni soğuktan korumakta. Ama bu havaların iğrenç görünmesini ve herkesin moralinin yerlerde olmasını etkilemiyor tabi. Herkesin umutsuz ve keyifsiz olmasının benim enerjimi düşürmesine izin vermemeye çalışsam da insanların neşeden yoksun kalpleri beni hasta ediyor.

Hepimiz birer küçük Robert Langdon olduk. Şifre, şifre, şifre. Bu sene sınava giren bütün arkadaşlarım için üzülürken sınava geçen sene girdiğim için de mutluyum. İşte hayatla ilgili başka kaygılarım var. İnsandan insana, zamandan zamana nasıl değişiyor bunlar. Bazen bir şey için üzülmek, üzülecek şeyi daha fazla olan insanlara saygısızlık gibi geliyor. Bu ara ülkedeki 18 yaşındaki neredeyse herkes sisteme falan söverken Japonya'da millet aileleri için ağlıyor mesela. Gerçi böyle düşününce de yaşamak zor ya, neyse. Yaşamak zor.

Japonca öğrenmek isterken ki en büyük amacım animeleri altyazısız izlemekti. Geçen bir Japon filmi izledik ve "Desu" ve "Watashi" dışında pek bir şey anlamadım, bu da bir şey:D Züğürt tesellisi rulz bazen:)

Deliler gibi Spartacus ve Survivor izliyorum, durduramıyoruz. Neden bu kadar ilkelliğe sardım bu ara bilemiyorum ama sırf Nihat Doğan'ı izlemek için bütün cumartesi programlarının iptal edildiğine eminim:) Gerçi gönüllülerdeki Taner de hoş:)

İnsanın erken kalkması gereken günlerin gecesinde asla uykusu olmaması ve erken kalması gerekmeyen günlerde saat 7de ayağa dikilmesi aynı sebepten kaynaklanıyor olabilir mi acaba? İkiniz de tatlım değilsiniz bebeğim!

Facebook'uma bakınca her 10 Türk gencinden 8inin Türkçeyi bilmediğini çıkarıyorum. Bu da Türkçe olimpiyatlarındaki adamlara saygımı arttırıyor. Hakikaten zor dil vesselam. Bizim "Çinliler 7 yaşında kadar doğru düzgün kendi dilini konuşamıyormuş" şeklindeki şehir efsanemiz Çin'de "Türkler 19 yaşında bile kendi dilini pek konuşamıyormuş" şeklinde var mıdır acaba? Hayır varsa doğru yani, onu söyleyecektim.

Öpüldünüz. :*

Seni kapatamazlar Gezegen tatlım, bizi kapatmazlar (:

Eskiler vs Yeniler


"Yeni olan her şey güzeldir." diye bir cümle okumuştum yıllar önce bir dergide. Yeni yıl için yazılmış bir cümleydi ve buna yürekten inanmıştım. Yeni yılı bu denli seven biri olarak bunu düşünmem şaşılacak bir durum değildi. Ama 19 yılın bana öğrettiği bir şey varsa o da yeni olan "her şeyin" güzel olmadığı oldu. Yeni sivilceler, yeni kilolar ve yeni sınıflar her zaman güzel olmayabilirler.

Yeni olan her şeyin güzel olmaması gerçeğinin yanı sıra eski şeylerin daha hoş olduğu sayısız durum vardır. 1960ların elbiseleri, 80lerin rock şarkıları, Yusuf İslam'ın Cat Stevens olduğu yıllar buna örnek teşkil edebilir. Gerçi 80lerin modasını düşündüğümüzde bir yenilik taraftarı olup çıkabiliriz. Ama söz konusu yıllarda Doctor Who'nun senaryosunu Douglas Adams yazdığından moda pek de önemsenecek bir husus olmayabilir. Doctor Who'nuzu izleyip sonra Scorpions'un "yeni" şarkısını dinleyebildiğiniz günlerden söz ediyorum. Gerçi o günlerde de söz konusu şarkıyı bulmak son derece zor olabilir. Kaset sarmak çok hoş bir iş değildir gerçekten. CDler bu yüzden güzel. Scorpions'un söz konusu şarkısını bir sürü şarkının olduğu listelerden şak diye bulabildiğimiz MP3 çalarlarımız olduğu için şanslıyız. Yeni olan bazı şeyler güzeldir.

Kanımca Mp3 çalarlardan daha güzel bir icat varsa o da şort mayolardır. Plajlarda yıllarca hüküm süren slip mayo eziyetini bitiren her türlü icadın arkasında sıra dağlar gibi durabilecek onlarca kadın tanıyorum. Fakaat... Gelin görün ki gelenekselci abilerimiz mayolarını feda etmeyi her zaman istemeyebilirler. Bunun canlı kanıtlarını görmek her zaman mümkün ve bu hususta onları desteklemiyorum. Bundan daha da geleneklerine düşkün insanlarsa mayo bile giymeyi reddedebilirler ki bu bizi daha da çıkmaza sokabilir. Çünkü bu insanlar ya hiç bir şey giymezler ya da denize donlarıyla girmek konusunda ısrar ederler. İkisi de birbirinden kötü bu iki durumdan ikisi de beni mutlu etmediğinden bu hususta ateşli bir yenilik taraftarı olduğumu söylemeden geçemeyeceğim.

İnsanın çılgın bir özlemle eski günleri özlemesinin başlıca nedenlerinden biri de kuşkusuz Nihat Doğan gerçeğidir. Adamın zaten tatsız bir sitcom esprisine benzemesi yetmez gibi her türlü anlamsız şakanın adama mal edilmesi gönlümüze taht kurmaktan çok uzak durumlar. Hele ki sayın Doğan'ın "Barış için gerekirse soyunurum" dediği düşünülecek olursa her günü bir bayram havasında geçirip bütün küsleri barıştırmak, ülkelerin petrol kaynaklarını yakarak her türlü olası savaş nedenini yok etmek istiyorum.

Yeni günlerin güzel yanlarından biri Harry Potter serisidir. İnsanların yıllarca Harry Pottersız yaşadığına inanmak oldukça zor. Gün gelecek Harry Potter okumamış her yetişkin onsuz geçen her çocukluk günü için diz çöküp ağlayacak.

Eski günlerin en hoş yanlarından biri yaşanan aşklardır. Çünkü aşk eskiden böyleydi:


Şimdi yazıyı toparlayalım. Yeni olan her şey güzel değildir. Hem eskinin hem yeninin hoş yanları var. Douglas Adams öldü. Nihat Doğan'a alışmamız gerekiyor. Şort mayolar hiç bir zaman tam olarak benimsenmeyecek ve yarım kilo yeşil mercimeğin bir kadının aşkını kazanamayacağı herhangi bir zaman dilimi yoktur. Öpüldünüz.

Eski bir anı


Ne güzel bir gündü o öyle. İnsanın omuzlarını yakan güneş ışınları, soğuk havadan henüz uyanamamış çiçeklere selam ediyor, beyaz kelebekler henüz yeşeren çimlere nazireler diziyorlardı. Rüzgar dalgın bir edayla, temiz havayı içeri buyur edercesine açık pencerelerden evlere dalıp yeni yıkanmış beyaz çarşafları okşuyor, masalar üstünde unutulmuş onlarca kağıt dağınık bir ahenkle havaya saçılıyor ve uçuşuyordu. Kuşlar, kulakla duyulması imkansız bu melodiye şarkılar söyleyerek yanıt veriyorlardı. Güllerinse en güzel günleriydi şimdi. Beyaz güller, gelinlere benzemişlerdi. Beyaz simlerle bezeli hanımelleri sarhoş edici kokularını havaya karıştırmakta çok cömerttiler.


Şehrin kalabalığı bu manzaranın yanıbaşında olmasına rağmen güzel hava ve insanın gülümsemekten geri duramayacağı bir sürü doğal olay şehir trafiğini bir günah gibi bastırıp en derinlere atmıştı. Ne araba gürültüsü duyuluyordu, ne koşuşturan insanların telaşlı bağırışları.

Sokakta kimse yoktu. Camlarda bile kimse yoktu. Çünkü herkes bu günü kaçıracak kadar meşgul ve kördü. Daha dünyevi işleri vardı insanların. dışarıda gürül gürül akan bahar varken insanlar ellerinde bile olmayan paraların sanal hareketlerini daha ilgi çekici buluyorlardı.

Camdan dışarıyı seyreden kız üzülüyordu insanlara. Koşup uyuyan herkesi uyandırmak, herkesin ellerinde çiçeklerle kapılarına gelen baharı fark etmesini sağlamak, yolda gördüğü herkese gülümseyip günaydın demek, bulduğu bütün çiçekleri koklamak, dünyadaki bütün çirkin manzaralara bakış açısını değiştirmek, her siyahı beyazlara boyamak istiyordu.

Hiç birini yapmadı kız.

Uçları kırık uzun saçları sonu bilinmez yollar gibi iki omzunun üstünden dökülürken sesler geliyordu şehirden. Çocuklar ve askerler albümlerde solup gidiyordu. Güneşin yakıcılığından acıyordu gözleri. Ne güzel bir gündü o öyle. Küçük gözleri kimsenin düşüncelerini, duygularını göremezken sesler geliyordu şehirden.

Hiç birini duymadı kız.

Dünyaya o gün de bir şarkı söyleniyordu. Bilinmez bir sesten, gidilmeyecek bir uzaklıktan. İnsanlara inancı her saniye biraz daha azalırken güneş daha parlak bir hal alıyordu. Leylaklar saçılıyordu güne. Sarışın bir ışık ısıtıyordu yanaklarını. Erikler dallarında olgunlaşıyorlardı, kiraz ağaçlarının pembe çiçekleri salınıyordu rüzgarda. Bir sürü insan geçiyordu başka başka hayatlardan.

Hiç birini görmedi kız.

Kalbine ilmek ilmek işlenen bir sıcaklık dalgası bahar havasıyla birlikte güne nakşedilen bu muazzam güzelliğe karışıyordu. Dakikalar aceleci, zaman acımasızdı. Sarmal işleyen zamanın üzerine gül kokuları işlerken, kız sadece camdan bakıyordu. İnsanlara üzülüyordu kız. Bu kadar kör olmalarına... Asla onun gibi hissedemeyecek binlercesi için üzülüyordu. Kaç insan ağlıyordu kim bilir şimdi bu güzel günde?

Hiç birine gülmedi kız.

Ne güzel bir gündü o öyle. Sonsuzluğa uzanan mavi gök, insan elini uzatsa tutabilecek gibiydi. Usta bir ressam en güzel boyalarını alıp boyamıştı sanki günü. Dünyanın en güzel manzarası değildi kuşkusuz kızın önünde uzanıp giden küçücük bahçe. Aslında güzel bile sayılmazdı başka günde bakılsa. Kız seviyordu yine de. Taştan, topraktan, neredeyse betondan yetişen her çiçeği, her bitkiyi ayrı ayrı seviyordu hem de. Başını birazcık hava alabilmek için gururla göğe diken her canlıya tarif edilmez bir saygıyla doluyordu.

Sizler


Siz entellektüel değilsiniz. Şair değilsiniz. Filozof değilsiniz. Komünist değilsiniz. Derin değilsiniz. Devrimci değilsiniz. Zeki değilsiniz. Cesur değilsiniz. Sadece internet bağlantınız var.

Nükleer santral kurmasınlar. Çernobil faciası. Kanserler. Sakat doğan çocuklar. Radyoaktivitenin sonsuzluğu.

Hidroelektrik santral kurmasınlar. Doğal güzelliklerin yok olması. Derelerin kuruması. Doğanın dengesi.

Rüzgar santralleri kurmasınlar. Rüzgar santrali sendromu. Uykusuzluk. Halsizlik. Çirkin görünüm.

Her şeye karşısınız. Peki alternatifiniz ne? Alternatifiniz yok, çünkü siz yalnızca karşısınız. Ne yapalım'ı cevaplayamazsınız. Ne yapmayalım'a bir sürü yanıtınız var. Siz, netleri başında vatanını kurtaran, sosyal ortam edinmek amacıyla "çevreci" gruplara girmiş, oturduğu sandalyeden kalkıp ışığı kapatmaya üşenen gençlersiniz. Saatlerinizi net başında harcayıp, dünya sorunlarını MSN iletilerinizden değerlendiren, McDonald's'ta yemek yerken kapitalizm karşıtlığınızı Converseli ayaklarınızı birbirinin üstüne atarken tartışan ergenlersiniz.

Siz kendilerine ait düşünceleri olmayan, başkalarının düşüncelerini, başka birinin cümleleriyle ifade eden insanlarsınız. Asla sizin kadar derin, kültürlü, bilge biri olamayacağım. Kıskanıyorum sizi.

Ihlamur çayı içelim yarim


Addison hastalığı. Bu hastalığa sahip insanlar adrenalin hormonu salgılayamazlar. Bunun yerine melanin hormonu salgılarlar.

Bugün Addison hastalığım olmadığına emin oldum. Banyo yaparken her normal ve temiz insan gibi saçımı yıkıyordum. Saçımı durularken minik bir çıt sesi duydum ve akabinde kulağımda bir boşluk hissettim. Akan su ve beyaz fayanslar arasında düşen minicik küpemi ararken Addison hastalığım olmadığına emin oldum. Adrenalin, adrenalin, adrenalin.

Geçen sabah Seda Sayan'ı gördüm televizyonda. Bu makyaj ve televizyonculuk sihir gibi, büyü gibi bir şey sahiden. O makyaj, o çekim, peri kızına benzetiyorlar adamı.

118XX reklamlarının bir bakteri hızıyla çoğalıyor olması beni hayata dair uzun uzun düşünmeye sevk etmekle kalmayıp, kalbimin derinde bir yerine bir bıçak sokup çeviriyor. Böyle bir dünyaya çocuk getirilmemeli. Köpekler doğursun ama. Böyle bir dünyayı ancak minicik yavru köpecikler paklar.

Sevdiğim biri bana yalan söyleyince ve ben bunu farkedince sinirlenmiyorum hiç. Yüzüne de vurmuyorum. "Burada böyle böyle mantık hatası var, salak mıyım ben?" falan da demiyorum. Üzülüyorum sadece. "Bana niye böyle yaptı ki?" diye düşünüyorum. İnanmış gibi davranıp, onaylıyorum. Bir daha asla açmıyorum bu konuyu. Benim inandığımı düşünsün istiyorum. Bu insanları kendi vicdanlarına bırakıyorum sadece. Size inanıyorum sevdiğim insanlar, ama beni üzüyorsunuz.

İsim-Şehir-Hayvan oynamayalı baya oluyor. Artık N'den doğru düzgün bir hayvan olmadığını, P'den bir şehrimiz olmadığını falan bildiğimizden zevki de yok artık. Bazı bazı ilkokullara gidip bu gerçeği mini mini çocukların yüzlerine söyleyip kaçmak istiyorum.

Boğazı ağrıyan arkadaşıma "Ihlamur çayı" iç dedim. Ihlamur çayı ne be, ıhlamurdur o direk bebeğim.

Son ve minik bir not: İkinci paragrafta sözünü ettiğim küpemi buldum! :)

Vişne likörlü çikolata ve 7 Alan Wake


İyi bir giriş cümlesi olmadığını fark etmekle birlikte yazıma şöyle başlamayı uygun görüyorum: "ALAN WAKE OYNAYIN OĞLUM!!!bir!!1!!" Sahiden güzel bir oyun olmuş. Silent Hill'in gerilim dozunu ve aksiyon dozunu biraz arttırıp, yaratıkları ucubeden insana çevirip ellerine birer balta verince Alan Wake oluyor. (Şey aslında, düşününce baya farklıymış) Neyse Alan abi oyun ilerleyişi sırasında bir yandan da hikayesini anlatıyor ki, seslendiren kişinin sesi çok tatlı:) Oynayın işte kısaca. Ya da oynamayın, beni enterese etmez. Bana ne canım.

Bugün annemle Arya'yı gezdirdik. Köpek olmak gerçekten anlamsız bir şey. Hayatında çok fazla atraksiyon olmuyor doğal olarak ve konu gezme olunca çıldırıyorsun. Bir insan
olarak dışarı çıkacağıma asla bu kadar sevinemeyişime üzülüyorum. Bizim için sıradan bir şey, bir köpeciği mutluluktan çıldırtmaya yetiyor. Zaten normalde bile gülümsüyor gibi görünen kızımı mutlu görmek ayrı bir zevk. Kocaman cüssesi, sallarken resmen tokat atıyor gibi hissettiren kuyruğuyla bile ufacık bir çocuk o. Arya'ya sahip olmak demek, hiç büyümeyen bir çocuğun olması gibi bir şey.

Annemle Arya'yı gezdirmenin Arya'yı mutlu etmek ve annemle bir sürü alakasız şey konuşmak dışında şöyle hoş bir yönü var: Çikolata Evi! İçinde çikolata geçen bir şeyin kötü olma ihtimali baya düşük olmasına rağmen, bu Çikolata Evi'ni güzel yapan ayrı bir olay var: Vişne likörlü çikolata! Şimdi bu paragrafta durduk yere iki ünlem koyduracak kadar beni coşkulu şeyi yapan anlamayanlar için minik bir açıklama:

Bu benim.











Bu da benim siyasi görüşüm.


Yani bu şartlar altında vişne likörlü çikolata almak demek: siyasi eylem. Bu yüzdendir ki bu duruma iki ünlem az bile. Bütün ünlemlerim babam için geliyor: !!!!! :)

Kafamda durmaksızın introsu dışında hiç bir şeyini bilmediğim bir şarkı çalması iğrenç bir şey. Bir sözünü falan bulsam Googleyacağım. Googlelamak fiilini de seviyorum ayrıca, baya kullanışlı. Biraz sallama ve garip bir fiil olması sebebiyle biraz "Şirinlemek" fiilini andırıyor. Her neyse şarkıya dönecek olursak: Dın dın dın dırı dın gibi bir introsu vardı, hatırlayan varsa söylemeli. Teşekkürler derim:D

Ayrıca arkadaşlarım ya çok kibar insanlar ya da çok ilgisizler. Annemle günlerdir "Dünya'nın 19'laşması" muhabbetini yapıyoruz. Kara Kule'yi okuduğuna inanmıyorum hiç bir arkadaşımın. -Berkay'ı dışta tutuyorum- Yani açık seçik saçmaladığımızı düşünüyor olmalılar. Hiç bir şey söylemediklerine göre ya kibarlar ya ilgisiz. Gerçi insanlar "bzm şarkımızzzz" gibi muhabbetler yaptıkları için bizim "19'laşmak" muhabbetimiz bunların yanında göz yaşları içinde kalabilir.

Bu arada İngilizce kelimeleri daha çok İngilizceleştirme takıntısı bir tek Türklerde var sanırım. "Forever"ın yetmeyip "Forewer" yazıldığı tek yerin Türkiye olduğunu düşünmeden edemiyorum. Kaldı ki Ecstasy'yi Extacy yazmamız da buna bir örnek teşkil edebilir.

Son olarak Küçük İskender ve Can Yücel'in iyi şiirleri olabilir ama paylaşa paylaşa ikisinden de soğuttunuz beni. Ayrıca süper delikanlı geçinen homofobik ama bir yandan da aşk adamı olan arkadaşlarımın Küçük İskender paylaşımlarına bayılıyorum. O bakıp bakıp efkarlandığınız şiir var ya, o, bir erkeğe yazıldı. Ahahaha eğlendim. Linç edilmeyi göze alarak da Can Yücel'in şiirlerini sevmediğimi söylemeyi borç biliyorum. Her ergenin yazabileceği cümleleri satır olarak değil dize olarak yazınca şiir olmuş, altına Can Yücel diye imza atınca da paylaşılacak bir şeyler oluyor. "Şöyle yapacaksın, böyle yap, şöyleymişcesine şöyle yap" gibi bir şiir kabul etmiyorum, edemiyorum. Edebiyat otoritesi değilim ve asla olmayacağım. Bu yüzden bu yazdıklarımın kimseyi kızdırmasına gerek yok, kızdırsam da çok umrumda değil gerçi ya neyse:)

Gerçek bir şiir görmek isteyenler ise şu tarafa baktılar:
Sen bana bakma,
Ben senin baktığın yönde olurum.

Ve perde.

Bruce Springsteen gibi hissetmek



Yüzyıllardır yazmadığımın farkındayım. Hepsi tembelliğimden aslında. Her gün yazacak bir şeyler oluyor yoksa. Yazacak şeyler bir yana yazmaya değecek bir şeylerin olması güzel. Bu ara nedense bunları kendime saklamayı seçtim. Neden çok sürpriz değil aslında: Tembellik:)

İlk olarak Odtü'de hayat... Hayatımın tamamını Odtü'de sürdürmediğimden birazcık da anlamsız kalan bu söz kalıbını açarsam Odtü'de hayat güzel. Bir kere o kadar güzel ağaçlara sahip bir yerde mutsuz olmak zor bence. ÖSSyi hiç bir zaman süper bir şey görmemiş olmama rağmen en azından birazcık benzer insanları bir araya getirdiği gerçeğini yadsıyamıyorum.

Odtü'de yeni insanlarla tanışıyor olmanın en garip yanlarından biri insanlarla saçma sapan ortak tanıdıklarının ortaya çıkması. Türkiye çok küçük, Ankara ise miniminnacık resmen.

Bölümümle ilgili tanışma organizasyonlarına katılamadım bu arada. Artık seneye kafadan dalıp hepsiyle sıradan tanışacağım sanırım:)

Hayatımda bu ara en büyük değişiklik artık 19 olmam. 19'un ayrı bir anlam ifade ettiği ben için son derece mutlu bir durum bu tabi ki. Bildiğiniz gibi dünya 19laşmakta ve ben de buna dahilim. Bir yandan da "teenager" olarak son yılım olması sebebiyle iyice "eşek kadar adam olduğum" fikrine kendimi alıştırmaya çalışsam da son alışverişimde bir sürü diş jelibon ve Eti Cin almış olmam fikri garipsememe sebep oluyor.

Yeni Facebook profilim sayesinde kendimi bir yazar, şarkıcı ya da filozof gibi hissediyorum. Benden üçüncü kişi gibi behsedilmesi çok havalı bir durum ve burnum Kaf Dağı'nda şu an. Hayali bir yerde yani burnum. Yükseklik düşünmeyin.

"Bruce Springsteen gibi hissetmek" diye bir deyimin olmaması rastlantı olamaz. Kimse Bruce Springsteen gibi hissetmiyor demek ki. Çok üzücü.

Ugg'lar hâlâ çok popüler. Yeni olan bir trafik kazası kadar popülarite.

Latince söylenen her şey derin, siyah beyaz bütün fotoğraflar sanatsal.

Kar yağdı. Yağmur yağdı. Bahar geliyor. Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.