Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

Bendeniz Gider:)


Bu yazının konusu aslında ayrılık. Artık eşek kadar olduğum için ÖSS falan artık o kadar uzak gelmemeye daha önemlisi artık o kadar uzak olmamaya başladı:) Son sınıf olmuşum falan, o kadar garibime gidiyor ki bu düşünce, anlatmak çok zor. Dört yıl her sabah git gel aynı yere sonra bir sabah gelsin artık oraya gitmen gerekmesin. Boşluğa düşmek gibi birşey bu. Sınava girmek de öyle mesela. 12 yıl bir sürü formül öğren, bir sabah sınava gir, ertesi sabah o öğrendiğin bütün formüller boş mesela:)

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir sürü durum biliyorum aslında ben, bu da onlardan biri. Boşluğa düşmek... Adı bile garip. "Düşmek" var bir kere içinde, düştüğünüz zaman hiç sevimli bir durumla karşılaştığınız oldu mu bugüne dek? "Merak ne güzel şey, güzel şey merak?!" 17 yılın bana öğrettiği tek bir şey varsa o da merağın güzel birşey olmadığıdır, aman diyeyim. Lütfen düşmeyiniz.

Ayrılık diye girmiştim, kendimden daha ciddi bir yazı beklerdim aslında ama yine ipe sapa gelmez bir şey yazdığımı farkediyorum ve bu beni üzmüyor:) Evet ben gidiyorum bür süreliğine. Hatta muhtemelen uzun süreliğine. Ama veda etmek istemiyorum kimseye. Bu bir veda değil çünkü. Basit bir mantık bu, sevdiğin kişilere veda etmek istersin. Sevdiğin kişiler online değilsin diye seni unutmazlar:) Bu durumda vedanın gereği yok gibime geliyor, zaten vedalar konusunda başarılı biri asla olamadım. Vedaları sevmem:)

Daha önce "uzak" kelimesinin ne kadar can yakıcı, kötü bir kelime olduğu ile ilgili bir yazı yazmıştım. Uzak... İnsana resmen fiziksel acı veren bir kelime. Veda da öyle işte. Tırnaklarını etine batıran bir kelime sanki. Kelimelerin gücüne her zaman inanırım ama bazen de kelimelere gerek olmadığını düşünüyorum. Haklısınız Depeche Mode, onlar yalnızca incitmeye yararlar:)

İşte bu yüzden kimseye veda edecek değilim. Benim olan, bana kalacak. Gerisi de önemli mi, bilmiyorum. Bence değiller.

Bu kadar yazmışken dershanemden bahsetmemek olmaz gibime geldi. Eğer buraya kadar okuduysanız öncelikle sabrınızdan ötürü takdiri borç bilirim çünkü cidden sıkıcı bir yazı oldu bu:D Neyse işte dershane sınavına gittiğimde eski - yeni bir çok tanıdığı görme fırsatım oldu. İlkokul arkadaşlarımdan Serkan'ı, ortaokul arkadaşım Bulem'le tanıştırırken dershaneden tanıdığım bir iki arkadaşıma sarılmam (eöö tamam hepsi eş zamanlı değil bunların:D) falan hoştu yani. Mutlu oldum böyle. Ayrıca kendimden utanıyorum, ne soğuk insanım öyle be. Melis'i görünce yanına gittim öpmek için eğildim oysa boynumdan sarıldı. İçten bir sarılmaydı böyle, sevindim ama kötü hissettim sonra. Soğuk soğuk öpecektim bak kızı, o boynumdan sarıldı.

Sınava girip çıktım işte Nesibe Aydın'dan mesaj gelmesini bekliyorum artık. Hangi sınıfta olacağıma dair bir mesaj. Ah şubemi merak etmiyorum ki ben sevgili Nesibe Aydın, şubemi merak etmiyorum ki. Keşke sınıf listelerini mesaj atsan da bakalım kimler var diye baksak:D Hazer'le aynı sınıfta olmak istiyorum. Mithat da iyi olurdu aslında, Nil de fena olmaz. Eöö pekala sustum artık:)

İşte ben böyle bir hal içindeyim sevgili okurlarım. Pek bir değişiklik yok aslında ruh halimde. Sadece biraz daha "sorumlu" hissediyorum. Bu yüzden gidişim beni üzmüyor, ki istesem gitmemek gibi bir şansım bile var. Ama istemiyorum, dedim ya daha sorumlu hissediyorum. Ayrıca üniversite falan ile ilgili daha güzel planlarım var, riske atamam:D Dediğim gibi kimseye veda etmiyorum, çünkü benim olan bana kalacak. Ben olsam da olmasam da. Beni online gördüğü için seven hiç kimseye ihtiyacım yok zaten. Aslında onlara veda edebilirim, çünkü bu elveda olur cidden:D

Her neyse, uzattıkça uzattım biliyorum. Gidiyorum ben. Seviyorum sizi. Canımsınız.
Hoşçakalın ve balıklar için teşekkürler:)

Look at the stars, look how they shine for you.. =)

Vee perde!

Çocukluk Arkadaşları


Bugün annemin çocukluk arkadaşlarıyla tanıştım. Çok garip bir olay insanın annesini çocuk olmuş olması. Hem de yaramaz bir çocuk olduğunu düşünmek daha da garip. Annem, babam falan sanki çocuk olmamışlar da direk 20li yaşlarda doğmuşlar gibi geliyor bana, sanırım herkese de böyle geliyordur annesi babası.

Biz kapının önünde otururken sarışın mavi gözlü hoş bir bayan ve annem birbirlerine sarıldılar. Annem "Sibel" dedi. Sonra da benim için "Kızım" dedi. Selamlaştık. "İçeri girip geliyorum" dedi Sibel abla. Annem "Çocukluk arkadaşım" dedi. Tahmin etmiştim bunu. Onu bazı hikayelerden hatırlıyordum. "Sizin Uzay Yolu ekibinden değil mi o?" "Hah evet o işte!" Sibel abla yeniden yanımıza döndüğünde hayatından bahsetti. Boşanmak üzereydi, öğretmendi falan. Bu insanın bir zamanlar annemle Uzay Yolu'nu oyunlaştırıp oynadığını düşünmek çok garip bir duyguydu. Sonra annem ona birşey hatırlattı "Hatırladın mı Suat'ı dövmüştük biz? Mr Spock'tı o, Kaptan Kirk bendim. Sürekli Kaptan Kirk gemiye yabancı bir cisim yaklaşıyor diye oyunu bölüyordu. Biz de dövmüştük" Güldük hepimiz bu anıya. Suat abi de kocamandı şimdi. Karısı, küçük bir kızı vardı. Vay be ne garip şeydi zaman... :)

Sibel abla biraz sonra aşağı indi ve yanında uzun boylu biriyle döndü. "Bu kim hatırladın mı?" "Eşin falan?" "Hayır." "BAHADIR ABİ!" Annemle Bahadır abi birbirlerine sarılırken ben hâlâ yılların geçiş hızını anlayamıyordum. Bahadır abi de alışık olduğum üzere beni aynı anneme benzetti. Annemi gören herkes anneme, babamı gören herkes babama benzetiyor beni. Evet ikisine de benziyorum, çünkü birbirlerine benziyorlar biraz:)

Bahadır abi de boşanmıştı, 5 kere nişan atmıştı ve son karısı da ölmüştü. Ne hareketli yaşamdı o öyle:) Bu sırada Murat abi diye biriyle tanıştım. Yıllarca annemin platoniğiymiş, babamla evlenince hastahanelik olmuş falan. Of bunların hepsi çok garip. Annem babam evli doğmadı mı benim ya?:) Bahadır abi çok patavatsız biri, çılgınca biraz. Ama muhabbeti iyi ve sevimli biri. Ayrıca bana "Aynı annenin gençliğisin, biraz daha güzeli. Onun boynunda beni yoktu ve boynu biraz daha kalındı. Seninki biraz daha uzun" diyerek kalbimi kazandı ve en favori insanlarımdan oldu:D Sonra "Dikkat et kendine, evlensen kalça bu kadar olur senin, aman diyim kilo alma" falan diyerek son noktayı koydu:D Bir kaç hafta önce bana en dar gelen ve şu anda bol gelen buz mavisi kotumu gururla süzdüm:D "Peki" dedim.

Hepsinin başka başka hayatları vardı şimdi. Acaba ben de yıllar sonra çocukluk arkadaşlarımla karşılaşıp böyle konuşacak mıyım diye düşünüyorum. Çevremdeki kimseyi evlenmiş çoluk çocuğa karışmış şekilde hayal edemiyorum. Onlar zamanında hayal edebiliyorlar mıydı bu günleri, sanmıyorum.

En son bir ara yeniden buluşmaya karar verdiler. Güzel bir şey bu. Hayat çok değiştiriyor evet ama, değişemeyen bazı şeyler de oluyor tabi. Onlar hâlâ iyi arkadaşlar, yıllardır görüşmemiş olsalar da, artık Uzay Yolu oynamasalar da, hayatları değişmiş olsa da..

Özlenene..


Gizleyecek değilim ya, seni seviyorum ben. "Şimdi olsaydı iyi olurdu" diyorum. Bazen sokakta kokunu duyuyorum sanki. Seni özlüyorum. Uzun zamandır aramız açıktı. Seni eskisi kadar sevmiyordum galiba. Aramıyordum eskisi kadar. "Olsa da olur, olmasa da" diyordum. Yalan mı söylüyordum kendime bilmiyorum. Belki de şimdi ulaşılmaz olduğun için böyle özledim seni. Ama duygularımın beni yönetmesine izin verecek bir kız değilim ben. Diyette olduğum sürece seni yemeyeceğim çikolata.. :D

Hani dalar gidersin ya gruba..



California Dreaming'i seviyorum. Gerçekten hoş bir şarkı. Ah bir de "If I didn't tell her, I could leave today" bölümüne anlam verebilsem.. Ne demek istediniz hacı, ne olur biri bana söylesin yahu?! Bunları düşünerek kendimi yorarken hemen önümde duran boş su şişesine dakikalardır boş boş baktığımı farkettim. Şişede hayatın manasını ya da en azından bu sözün manasını arıyordum sanki. Boş su şişesinin bana cevap vermediğini görünce şişenin tamamının boş olduğuna karar verip karamsarlığa düştüm =P

Ay tanrım iyice kontrolden çıkıyor yazdıklarım. Bu sayfayı hep ciddi birşey yazmak ümidiyle açıp geyik yapmak beni düşünmeye sevk ediyor. İflah olmaz bir geyik olduğum gerçeği, yazmayı sevdiğim gerçeğini değiştiremediğinden yazmaya devam ediyorum. Evet özet budur.


Bugün çocukluğumun güzide şarkılarından "Denizleri Aş da Gel"i söylerken aklıma Berkay geldi. "Hani dalar gidersin ya gruba, bana da öyle bak" sözünü 17 yaşına kadar müzik grubuna tekme tokat dalmak olarak algılayan arkadaşıma sevgiler kucak dolusu..:D Seviyorum seni:)

Amelie'nin güzel soundtracklerini dinlerken bu kadar meşhur olmuş bilmem ne falan bir filme şans verip izlemeli miyim diye düşündüm. Of Fransız sineması denilince korkuyorum bir. Süper sıkıcı yapımlar falan. Bir de ne sevimsiz posterdir o öyle. Kötü kötü bakıyor valla o kız. Söyleyeyim ben size. Demedi demeyin. Sıkıldım ben evet, ondan yazdım bu yazıyı da.

Sevdiğim Sözler


Benim bir defterim vardı eskiden. Güzel de birşeydi. Yıllarca birşeyler yazmaya kıyamadım buna. Sonra bir fikir geldi aklıma. Hayatıma yön veren sevdiğim sözleri yazacaktım sevdiğim herkes için. İlk sayfasında şöyle yazıyor bu defterin: "Sevdiğim Sözler - Sevdiğim Herkes İçin. 25 Haziran'05"

Bakıyorum da baya olmuş yahu. İçindeki sözleri okuyunca eski günlere döndüm. Güzel günler, kötü günler. Bazen ikisi aynı günde. Bu satırları yazarken aklımın ucundan geçmezdi 2009 yılında bunları bu şekilde okuyabileceğim. İşte insan yarını bilemiyor ki. Okudukça farkettim ki sevdiğim sözleri hâlâ çok seviyorum. Sevdiğim insanlar bu denli değişirken sevdiğim sözlerin değişmemesi ayrı güzellik:)

Sevmek de garip bir kavram aslında. Sevdiğim insanlar sürekli değişiyor tabi. Bu durumu benim için defterim açıklıyor: "Birini sevmemize yol açan ilk şey, o kişinin yanındaki kendi varlığımızı sevmemizdir çoğu zaman"

Hemen her yazımda belirtiyorum ama el öpmekle ağız aşınmaz. Ben "Seni seviyorum"ları çok kullanmanın sözü boşaltacağına inanmayanlardanım. Eğer bu kadar basitse bu sözün anlamı zaten kullanmaya değmez ki. Söyledin diye tükenecek sevgi, gerçekten sevgi midir? Başkasını bilemem. Benim sevgim söyleyerek tükenmez. Hayatımı güzel yapan herkes, sizi çok ama çok seviyorum. Sevdiğim bütün sözler, sizin için :)

Forsaken


“Seni bir yerde görmüş olabilir miyim?” dediğimde bana aşağılar gibi baktı. Gözlerinde bir an için bir ışık geçtiğini gördüm. Evet onu tanıyordum. O da beni. “Hiç sanmıyorum” dedi. Küstah kızları sevmezdim ama takıntılı biriydim ve onu nereden tanıdığımı bulana karda düşünecektim. “Başka sorun yoksa gitmek istiyorum artık?” Gözlerini yakalamaya çalıştım. Rahatsız edici biçimde bakışlarını kaçırdı. Mecburen başımla onayladım “Tabi, tabi gidebilirsiniz” Arkasını dönüp giderken kafamda hala ona dair sorular vardı. Neden her gün aynı saatlerde aynı yerde görüyordum onu? Neden bu kadar tanıdık geliyordu? Neden bana böyle kötü davranıyordu ve neden ben bundan hiç rahatsız olmuyordum? Eve yürürken hala bunları düşünmekteydim. Az kalsın yaşlı bir adama çarpıyordum. Son anda adamla çarpışmaktan kurtuldum fakat yaşlı adam arkamdan epey söylendi. “Galiba buna nasıl yürüyeceğini de öğretmemişler?!” Bu lafı duyunca yüzüme ister istemez bir gülümseme yerleşti. Tabi ki yürümeyi biliyordum. Bana tabi ki öğretmişlerdi. Bu zamanlara dair çocukluk anılarım biraz zayıftı. Ama annemin pembe kareli bir elbisesi olduğunu hatırlıyordum. Beni çağırıyordu. Ona gitmemi istiyordu. Sonra her şey bulanıklaşıyordu. Son zamanlarda bir çok şeyi hatırlamakta güçlük çekiyordum. Hafıza boşlukları yaşamaya başlamıştım. Bazen nasıl gittiğimi hatırlamadığım yerlerde buluyordum kendimi. Konuşulanları hatırlamıyordum ama bazı detaylar aklımda kalıyordu tüm canlılığıyla. Annemin kareli elbisesi, karımın saçındaki kedi şeklinde yeşil toka, yemeğin tuzlu olduğu, oğlumun söylediği anlamsız şarkı.. Son zamanlarda popüler olan bir şarkı olsa gerekti. Her yerde onu duyuyordum. Gerçekten anlamsız bir şarkıydı. Sözleri bile yoktu doğru düzgün. Hiçbir anlamı olmayan harfler topluluğundan ibaretti. Ama her nasılsa şarkı çok sevilmişti. Ülkenin her yerinde bu şarkıyı duymak mümkündü. Hatta zaman zaman karımın bile yemek yaparken bu şarkıyı mırıldandığını duyuyordum. Saçında kedi biçimli yeşil tokasıyla yemek yaparken… Yemek tuzlu olmuştu hatta. Bunları hatırlıyordum. Ama mesela o akşam sofraya oturduğumuzu hatırlamıyordum. Bazı sabahlar uyandığımda rüyada mı, gerçekte mi olduğunu ayırt edemiyordum. Her şey fazla gerçek ya da her şey fazla yapay geliyordu. Bunları düşünürken evimin önüne geldiğimi fark etmemiştim bile. Oğlum yüksek sesle “Baba! Nereye?” demese daha da yürürdüm. Kafamı kaldırıp oğluma selam verdim. Birlikte eve çıkarken heyecanlı heyecanlı bugün okulda ne olup bittiğini anlatıyordu. Dikkatimi ona veremiyordum. Ama üzülmesini istemezdim. Bu yüzden ara sıra nazikçe onaylayıp şaşırmış gibi davranmaya çalışıyordum. Aklımı meşgul eden şey birkaç gündür değişmemişti. Bizim evin katına çıktığımızda oğlum sabırsızca kapıyı çaldı. Kapı açıldığında karımın yorgun gözleri aydınlandı. Bizi içeri buyur ederken bana dönüp “Seni bu saatte beklemiyordum?” dedi. “İşler çabuk bitti” diye bir yalan attım. Açıklama yapacak havamda değildim. Ayrıca Meral son günlerde bütün hareketlerimi yaşlılığa bağlar olmuştu. Sürekli yaşlandığımı duymak istemiyordum. Bazı şeyleri kendim anlayabilirdim. Bu, hasta birine sürekli “Sen öleceksin” demeye benziyordu. Meral bazı konularda gerçekten anlayışsız olabiliyordu. Aslında gerçekten iyi niyetli biriydi ama boş boğazlığı da pek çoktu. Komşu kadınlarla iyi geçinmez, arkadaş toplantılarına pek çağırılmazdı. Fazla konuşur, patavatsızlık yapardı. Ben onun iyi kalbini görebiliyordum. Güzel bir kadın, tatlı bir eş, iyi bir anneydi. Yıllarla birlikte birbirimizi iyice anlamıştık. O benim takıntılarımın üzerine gitmiyor, yazdıklarımı ellemiyordu ben de onunla tartışmıyordum. Yazarlık çok kazandıran bir iş değildi ama mutlu olduğum meslek buydu. Bu sıralar ise bir şey yazamaz olmuştum. Yazdıklarımı beğenmiyor, yeni bir şey üretemiyordum. Karım bu konularda bana baskı yapmazdı ama için için ne zaman yeniden yazmaya başlayacağımı merak ettiğini hissediyordum. Meral ben bunları düşünürken bir iki soru sormuştu ama hiçbirini algılamamıştım. Eliyle kolumdan tuttu. Eli çok sıcaktı. Tanıdık parfümü burnuma doluyordu. Sandal ağacı kokusu.. “İyi misin? Daldın gittin?” “Şey pardon iyiyim. Biraz yorgunum sanırım.” Yeni bir yalan daha. Yorgun değildim. “Ne düşünüyorsun böyle derin derin?” Bir an için Meral’e kızdan bahsetmeyi düşündüm. Sonra bu fikrimden vazgeçtim. Karıma genç kızlardan bahsetmek iyi bir fikir değildi. Meral saatlerce bu konu hakkında konuşabilecek, kendi kendine 100 senaryo yazabilip bunlara üzülebilecek türde bir kadındı. Konuyu değiştirmek istedim. Oğluma döndüm. Oğlum kendi kendine o aptal şarkıyı mırıldanıyordu. Bir yandan da parmaklarıyla ritm tutuyordu. Ritm tutan parmaklarına baktım. Benim ellerime ne kadar da çok benziyorlardı. Görkem’in çocukluğu.. Nasıl da büyümüştü.. Aslında Görkem’in çocukluğunu pek de hatırlamıyordum. Bu sanırım o zamanlar genç ve ilgisiz bir baba olmamdan kaynaklanıyordu. Meral kendinden gerçekten fedakarlık etmişti. Ben o zamanlar kötü bir babaydım, bunu reddedecek değildim. Daha sonra ne olmuşsa olmuştu. Evime çok bağlı bir hale gelmiştim. Artık yaptığım her iyi şey karım ve oğlum içindi. Ellerimi yıkayıp masaya otururken aklımda çıkarmayı düşündüğüm kitabın projesi vardı. Mutfağa geçtiğimde oğlum bana merdivenlerde anlattığı şeyleri şimdi de annesine anlatmaktaydı. Meral’in ise anlatılanları benden daha fazla ilgiyle dinlediği belliydi. Mutfağa geldiğimi görünce “Aa geldin mi? Otur da yemeğin soğumasın” dedi. Ve sonra yemekteki domatesleri naısl seçtiğini uzun uzun anlattı. Dünyada en çok ilgilendiğim konuymuş gibi bakarak bu konuyu dinledim. Yemeğe başladığımda yemeğin tuzlu olduğu fark ettim. “Tuzlu mu olmuş?” “Evet biraz..” “Hay Allah” Meral sofraya oturmadan önce kalkıp ocağı kapatırken yeşil kedili tokayı taktığını fark ettim. Galiba dejavu yaşıyordum. Karım yine aynı tokayı takmıştı, yemek tuzluydu. Oğluma bir soru sormam gerekiyordu. Eğer aynı cevabı alırsam dejavu yaşadığımı anlayacaktım. Eğer aynı cevabı vermezse delirdiğimi. “Görkem baksana. Sizin okulda bizim bir arkadaşın oğlu varmış. Şöyle şişmanca kısa boylu bir çocuk tanıyor musun acaba?” Görkem düşündü. Lütfen tanıma, lütfen diyordum içimden. Çenesini kaşıdı. “Adı Mehmet değilse tanımıyorum” “Değil.” Oh.. Tamam pekala sadece bir dejavuydu. Rahatlamıştım. Yemek boyunca fazla konuşmadım. Aklımda anılarım vardı. Hiçbirini hatırlamıyordum. Bu durum beni rahatsız ediyordu. Sonra kendimce bir çözüm buldum. Anılarımı hatırladıkça yazacaktım. Zaten işim yazmaktı. Hatta yeterince güzel bir şeyler çıkarsa kitap bile yapabilirdim. Bu sıra böyle şeyler çok popülerdi. Ertesi sabahtan tezi yok başlayacaktım. Yemeğim bittikten sonra biraz televizyon izledim ve uyudum. Huzur içinde bir uykuydu, aylar sonra. Sabah kalktığımda Görkem okula gitmişti. Meral ise uyuyordu. Çalışma odama gittim ve kalemimi elime aldım. Düşünmeye başladım. Öncelikle çocukluk anılarım.. Annem.. Kızıl saçlı güzel bir kadındı. Pembe kareli bir elbise. Beni çağırıyor. Bunları daha sonra hatırlamak için maddeler halinde yazdım. Karımla nasıl evlenmiştik? Ne karda çıkmıştık? Bilmiyordum.. Bunları hatırlayamazken o kızı nereden hatırlıyordum? Saate baktım, bunları düşünürken saat 10 olmuştu. Hemen masamdan kalkıp giyinmeye başladım. Kız her sabah saat 11de deniz fenerinin orada oluyordu. Yeterince hızlı gidersem ona yetişebilirdim. Evden apar topar çıktım. Dışarıda yağmur yağıyordu. Felaket ıslanmıştım ama umursamıyordum. Sadece koşuyordum. Sokaklar bomboştu. Kimse bu yağmurda çıkacak kadar aptal değildi. Birden aklıma kara bir fikir geldi. Ya kız orada yoksa? Belki yağmurda ıslanmak istememişti. Bir an durdum. Durunca yorulduğumu fark ettim. Bayadır koşuyor olmalıydım. Dizlerim ağrımaya başlamıştı. Denemeye değerdi. Artık koşamıyordum ama hızlı adımlarla deniz fenerine doğru ilerlemeyi sürdürdüm. Uzaktan görünen kırmızı bir pardesü sanki bana güç verdi. Kız oradaydı. Kızı görmek istemiştim ama aslında ne yapacağımı bilemiyordum. Böyle bakınca sıradan birine benziyordu ama onda bir şeyler vardı, biliyordum. Yanıtları vardı. E benim de sorularım vardı. Kızla konuşmayı deneyecektim. Muhtemelen beni tersleyecekti ama yine deneyecektim. Yanına gittiğimde mutlu görünüyordu. Denize bakıp oğlumun söylediği anlamsız şarkıyı mırıldanıyordu. “Pardon?” “Bana döndüğünde yüzündeki tebessüm hafifçe silinir gibi oldu. Gözlerini devirdi. “Ah yine mi siz?” Gülümsemeye çalıştım. “Şey evet yine ben.” Tekrar denize döndü. Deniz yağmurla birlikte adeta çıldırmıştı. Denize bakmayı sürdürüyordu. Sağ eliyle saçlarıyla oynuyordu. İşte tam o zaman fark ettim ki saçları kuruydu. Deli gibi yapmur yapıyordu evet ve kızın saçları kuruydu! Mantosu da öyle. İstemsiz olarak elim saçlarıma gitti. Islaktılar. Tam olması gerektiği gibi. “Islanmamışsınız” sesimin garip çıktığını fark ettim. Dalgın dalgın elini saçlarından çekti. “Şey evet, saçlarım kabarıyor.” Sanki saçlarının kabarması yağmurun umurundaymış gibi. Neler saçmalıyordu bu kız?! Artık dayanamayacak gibiydim. Kızın kolunu tuttum. Kolundaki elime bir göz attıktan sonra yeniden denize döndü. “Bence kolumu bıraksanız iyi edersiniz” Kolunu bıraktım. “Nasıl ıslanmadın sen?” Artık sizi bizi geçmiştim. Yanıtlarımı hemen almalıydım. Bana bakıp gülümsedi. “Dedim ya saçlarım..” “Bu hayatımda duyduğum en saçma bahane. Yağmur saçları umursamaz” “Umursamaz elbette ama gerçek yağmurlar umursamaz.” “nasıl yani?” “Siz ıslanıyor musunuz?” “Kahretsin tabi ki ıslanıyorum!” “Hani?” Ceketimin ıslak kolunu ona gösterecektim ki dehşet verici bir şey fark ettim, kolum kuruydu. Elim saçlarıma gitti. Kız bekleyen gözlerle baktıktan sonra gülümsedi ve yeniden denize döndü. “Siz de ıslanmıyorsunuz” Kız bunları söyledikten sonra kolumun ıslak olduğunu tekrar hissettim tam kıza gösterecektim kuru olduğunu gördüm. Artık delirmek üzereydim. “Yeter artık! Sen kimsin? Ne yapmaya çalışıyorsun? Amacın beni delirtmek mi küçük hanım? Galiba başarıyorsun!” Bana döndü. “Bence bağırmaya gerek yok.” Kız fazla oluyordu artık. Nasıl bağırmaya gerek yoktu. Söz konusu olan tüm akıl sağlığımdı. Sesimin daha sakin çıkmasına özen göstererek sordum “Pekala sen kimsin?” “Bence asıl soru senin kim olduğun” “Kim olduğumu biliyorum hanımefendi. Asıl sorun sizin kim olduğunuzu bilmemem!” Artık sesim titriyordu. “Kim olduğunu bildiğine emin misin? Annem kimdi mesela? Ondan bahsetsene biraz?” “Kızıl..” “Saçlı güzel bir kadındı. Pembe kareli elbisesi vardı.” Tanrım.. Donup kalmıştım. “Ya karın? Tuzlu yemekler yapar, aslında özünde iyi bir kadın, biraz konuşkan. Şey galiba bir de yeşil tokası var. Ne vardı üstünde? Kedi mi? Ah aslında köpekleri daha çok severim.” “Bunları nereden biliyorsun?” “Yapma lütfen. Bu karda da salak olamazsın?” Sol avucunu havaya kaldırdı. Eline birkaç damla yağmur düştü. Eline baktı. “Sıkıcı oldular değil mi?” “Bakın benim sormak iste..” Yağmur durdu. Birden. Hiç yavaşlamamıştı. Bıçak gibi kesilmişti. Şimdi denizin üstünde göz kamaştıran bir güneş parlıyordu. Ama hava sıcak değildi. “Yağmuru severim, bazen.” “Beni dinle” Yüzünde alınmış gibi bir ifade belirdi. Aslında onu üzdüğüm için üzüldüm ama bilmeliydim. “Seni yazmamalıydım” “Ne?” “sen artık iyice kontrolden çıktın. Seni hiç yazmamalıydım. Ah ama hata bende..” “Nasıl? Nasıl yazmamalıydın?” “Bak dinle canım. Hepsini bir kerede anlatacağım. Ah hep bunu demek istemişimdir. Şimdi iyi dinle. Sen aslında yoksun. Yani aslında karın da yok. Oğlun da yok. Anılarını hatırlamıyorsun ya işte bu yüzden.” “Çok film izledin galiba!” “Evet aslında izledim. Ama ne kadar sorusuna cevabım tam tamına senin izlediğin kadar olurdu. İzlediğin bütün filmleri ben izlediğim için izledin.” “Yapma lütfen..” Kafasını salladı. Dalgın görünüyordu. Ayağını yere sürtüyordu. “Ara sıra bir şeyler yazarım. Bilirsin sen de yazarsın. Şey aslında yazar değilsin. Biraz karışık bir durum bu. Her neyse arada bir şeyler yazarım. Sen de yazdığım şeylerden biriydin. Aslında böyle şeyler pek olmaz ama beni fark ettin. Eh artık kaçacak değilim. Nasıl yaptın bilmiyorum. Üçüncü kişili hikayeleri severim. Biliyorsun böyle şeyler dışarıdan gözlem gerektiriyor. Ben bir bakıma sadece gözlemciydim. Nasıl fark ettin hala bilmiyorum.” “Peki ya anılarım?” “Onları ben yazdım. Örnek mi istiyorsun? Pembe kareli elbiseler bana hep anaç gelmiştir. Yeşil kedili tokaysa tamamen çocukça bir şey ama..” “Şarkı?” Kız güldü. “Anlamsız bir şey değil mi? Açıkcası ben de hiç anlamıyorum onu. Ama hoş bir şey. Galiba İskandinav dillerinden birinde yazılmış. Büyük ihtimalle saçma sapan bir şey ama hoşuma gidiyor.” “Usulca şarkıyı mırıldanmaya başladı. “Ya şimdi ne olacak?” “Bunu söylemek zor aslında. Bir sürü film izledik ya birlikte. Onlardan bir alıntı yapabilir miyim?” Başımı salladım. Artık iyice tepkisizleşmiştim. “Artık fazla şey biliyorsun” Gözlerim büyüdü. Bu manyak beni öldürecekti! Kaçmam lazımdı. Gitmem, uzaklaşmam.. Aklımdan geçenleri okumuştu. Aslında daha doğrusu aklımdan geçenleri o yazmıştı! “Bence kaçma. İşe yaramaz” “Benim öldüğümü anlamayacaklar mı sanıyorsun? Meral var, Görkem var..” Gülümsedi. “Aslında anlamayacaklar tatlım. Meral dul bir kadın olacak, Görkem ise babasını hiç tanımamış bir çocuk. Bence böyle de bir hikaye pekala yazılabilir. Birkaç silgi darbesi atmak çok da zor bir şey değil?” “Haklısın galiba” Kafasını salladı. Evet.. Hadi denize gir istersen..” Başımı salladım. Doğup büyüdüğümü sandığım aslında hiç yaşamadığım kasabama son kez baktım. Sonra denize doğru bir adım attım. Artık denizdeydim. Deniz beni içine çekerken kırmızı pardesünün kolunun bana el salladığını gördüm.

Seçimler


Geç yatmama rağmen annemin saati ve benim saatim koro halinde saat 9da çalmaya başladılar. İki seçeneğim vardı, kalkıp onlar kapatabilir ve uyumaya devam edebilirdim. Bir diğeri ise kalkıp onları kapatabilir ve güne erken başlamanın enerjik havasıyla kahvaltımı daha mutlu yiyebilirdim. Ben ikincisini seçtim. Kahvaltıya gittiğimde annemciğim herşeyi hazırlamıştı bile. Kepek ekmeği ve yağsız beyaz peynirden gerçekten nefret ediyordum. İki seçeneğim vardı, bunlardan ne kadar nefret ettiğimi düşünerek kendime acıyabilir ya da onları yemem gerektiğini bildiğim için onları sevmeye çalışabilirdim. Ben ikincisini seçtim. Kepek ekmeğimi bölüp bir parça yağsız peynirle birlikte ağzıma atıp onu çiğnerken tadının o kadar da kötü olmadığını farkettim. Kahvaltım bittiğinde kendimi ödüllendirip yaseminli yeşil çayımı içerken daha da mutlu hissettim. Uykum henüz açılmış değildi ama egzersiz yapmam lazımdı. İki seçeneğim vardı, koltuğa yayılıp uzun süre kalkmayabilir ya da Sponge Bob izlerken bisiklete binebilirdim. Ben ikincisini seçtim. Sponge Bob biterken ben de bir saat bisiklet çevirmiş bulunuyordum ve hiç de yorgun hissetmiyordum. Bu beni daha mutlu yaptı. Öğlen yemem gereken yoğurda bakarken iki seçeneğim vardı, ondan nefret ettiğimi düşünüp kaşığımla saatlerce onunla oynayabilir ya da onu bir an önce yiyip bitirebilirdim. Ben ikincisi seçtim ve sanırım artık yoğurdu seviyorum:) Seçeneğim olsaydı yoğurt yemeyi seçmezdim elbette ama zorundayken zevk almaya bakmak gerekiyor sanırım:)

Hayatım iyi gidiyor şu an, aman dilimi ısırayım. Ve ben mutluyum. Sanırım doğru seçimler yapıyorum bu ara. Eh çok sık olmamakla beraber iyi bir durum bu:) Ve gerçekten seviyorum hayatımı, hayat yaptığımız seçimler bütünü değil mi zaten? :)

İğnelenmek


Bugün doktora gittik annemle akupunktur için. Tartıldım önce. Doktorun tartısı evden az gösteriyor. 55.3 çıktım. "Ne kadar kilo vermek istiyorsunuz?" dedi. "Dört, beş" falan gibi sayıları ağzımın içinde geveledim. "Evet, 50 kilo ideal senin için" dedi. O kadar salaklaşmıştım ki bir an 50 kilo olmak yerine 50 kilo vermenin ideal olduğunu düşündüm. Sonradan idrak ettim "Ah evet mesela" dedim. "Senin de çok küpen var mı?" Annemin küpelerine kızmış olmalıydı. Sırıtarak "Eh evet var benim de baya" dedim. Sol kulağımı açan doktor dehşete kapıldı. "Bir bayan asla gümüş takmamalı. Çıkarırsın bunları. Bütün sistemleri yavaşlatır gümüş." Küpelerimi çıkartmak mı? Küpelerimi çıkartınca çıplak kalmış gibi hissediyorum. Ellerim kulaklarıma gidiyor, garip bir his. "Beyaz altın.. Beyaz altın taksam?" "Altın olur." dedi. Rahatlamıştım. Tabi küpelerin 125 kağıt tutacağından henüz haberim yoktu. Sonra bana Osmanlı haremlerine dair bir hikaye anlattı. "Erkeklerin tümü gümüş takıyormuş haremdeki. Kadınların tümü altın. Ve padişah tabi, altın takıyormuş. Erkekler yavaşlasın, kadınlar hızlansın" Gülümsedim, pekala doktor bey, gümüşlerimden kurtulacağım. Bu sırada bazı ölçümler yapıyordu doktor. "Çok mu çikolata tüketiyorsun sen?" Aslında çikolata sevmiyorum direk, tatlı seviyorum. Ama çikolatadan kastının bütün tatlılar olduğuna kanaat getirdim. "Şey evet, tatlı seviyorum ben yani." Gülümsedi. Bundan sonra canım istemez diye umuyorum o gülümseyişten sonra. Bir iki farklı konuda konuştuk. Bu sırada iğneleri kulağıma takmıştı. İğneler birşey hissettirmiyorlar, korkulacak bir taraf yoktu yani:) Çıkarken diyetimi verdi elime. "Meyveleri mutlaka yemelisin." Kafamı salladım sonra hangi meyveler dedim. Önemi yokmuş. Peki deyip çıktığımda diyeti inceledim. Yoğurt? Annemin diyetinde yoktu! Belki de doktor gözlerimden yoğurttan "gerçekten hiç hoşlanmadığımı" anlamıştı. Bu ne sadistlikti böyle, niye domates yiyemiyordum ben? Adalet miydi bütün bunlar?:) Neyse diyetimin süperliğine rağmen enerjik hissediyorum:) Herşey güzel olacak. Herşey ve her türlü şey de.. :)

Bu aralar..


Mutluyum ben. Çok mutluyum. Hayat bazen öyle iğrenç görünüyor ki gözüme kelimeler kifayetsiz kalıyor. Sanki güneş hiç açmayacak gibi. Sanki biri kabuk bağlayan bütün yaraları deşiyor gibi. Ama hep inanıyorum ve kendime güç verebiliyorum artık. "Bu bir süreç, hepsi bitecek" diyebiliyorum. Hayatımdaki herşey ufak ufak düzene oturuyor. Bütün olumsuzluklar gidiyor sanki yavaş yavaş. Belki de hayat o kadar adaletsiz değildir? Adaletli ya da değil, mutluyum ben, çok mutluyum:)

Tatilden döndüm döneli yaz bitmiş, son bahar gelmiş gibi geliyor bana. Okula son kez dönüyorum ha? Vay be. O kadar garip geliyor ki. İlkokulun ilk günleri bile aklımda pırıl pırıl duruyorken hem de:) Çağrıbey'deki ilk günümü hatırlıyorum. Dört yıl bir asır sürecek gibi gelmişti bana. Ve şimdi bitiyor öyle mi? Garip birşey şu zaman dedikleri şey yahu, sevdiğin herşey bitiyor falan. Yerdeniz de bitti bak. Ged'in ellerinin ellerimden kayıp gittiğini hissettim desem manyak olduğumu düşünür müsünüz acaba? Prison Break de bitti mesela. Bir boşlukta hissettim kendimi aslında. Harry'nin de son filmi çekildikten sonra sanki tamamen beni bırakmış gibi olacak şeklinde salak bir hissim var mesela bir de benim. Ama hâlâ inancım var benim. Okumadığım bir sürü güzel kitap, izlemediğim bir sürü güzel film ve dizi var. Onlar da bitecek ve yenileri olacak. Her zaman iyiler vardır. Belki o ara tanışmamışsın, tanışıyorsun ve seviyorsun falan. Her zaman iyiler vardır, ve hep olacak:)

Dün Lunaparkta saçma sapan şeylere bindim ayrıca. Yükseklik korkusu bile beni durduramıyorsa artık, dünyada korkacağım çok az şey kalmış demektir. (Bakınız: Büyük konuşmaktan çekinerek, yuvarlak ifadeler kullanmak) Neyse işte bu yaptığım insanlık için küçük ama benim için büyük bir adımdı. Ayrıca hayatımı güzel yapan herkes, tapıyorum be size, insan bu kadar mı sever yahu:)

O değil de hayat o kadar da adaletsiz değil, cidden bak:)

Ankara Özlenir


Semra teyze Kuşadası'na yerleşmeyi düşünüyormuş temelli. Yapamaz. Ankara kendini özletir çünkü. Denizi yok, havası temiz değil, orman desen yok ne var şehirde bilmiyorum ama Ankara özlenir yani. Ankara'da olmak garip bir durumdur. Şehirle aranda anlayamadığın saçma bir bağlılık, saçma bir sadakat duygusu gelişir. Ankara'da olmak yazın ortasında günlük güneşlik geçtiği günün bir ertesi günü gri sabahlara uyanabilme ihtimalidir. Kışın da beyaz sabahlara uyanabilme ihtimali. Camdan baktığında tepeden tırnağa beyaza bürünmüş gelin misali kavak ağacı görebilmektir mesela. Ankara'nın romantizmi martı sesleriyle pekiştirilmez. Eğer sabah 6'da ayakta olursanız güvercin, serçe ve kuzgun sesleri duyabilirsiniz. Öyle zannediyorum ki büyük bir şehir olup bu kadar betonla dolu olduğu halde doğanın fışkırıp yaşamaya çalıştığı başka bir şehir daha yoktur. Ankara'da olmak Kızılay'a indiğinde en az 2 tanıdık yüzle karşılaşma ihtimalidir. Dost Kitabevi'nin içinde evde dinlendiğinde asla bu kadar güzel olmayan Runaway çalar ve sen kağıt kokusu duyarsın. Çıkışta Dost'un önünde bekleyenleri görürsün, gülümsersin. Ankara'da olmak "Eylem varmış" cümlesine asla şaşırmamak ve panik olmamak demektir. Çevik kuvvetler kalkanlarını açmış beklemektedir. Yanlarından geçersin. Bazen "Nereye gidiyorsun?" diye sorarlar "İşim var" dersin. Gerisini sorgulamazlar bile. İşin ya bomba koymaksa diye düşünmezler:) Şehrin siyasi özelliği her yerden hissedilebilir. Bu şehirde insanlar duvarlara aşklarını yazmak yerine siyasi görüşlerini yazmayı tercih ederler. Bu duvarlardaki karşılıklı atışmalar genellikle naiftir, en fazla İşçi Partisi'ni Dişçi Partisi falan yaparlar:) Ankara'da olmak İstanbul'da bir dolmuşta giderken Ankara Sanayi bilmemnesini kastederek "Ankara'da inecek var mı?" sorusuna "Beeeğğğn!" diye bağırma isteğidir:) Bunun dışında fazla alışmış olan insanların şehirdışında haber dinleyememe sebebidir. Siyasi gelişmeleri "Ankara bugün çok hareketli" diye veren haber bültenlerine lanet etmektir. Çünkü şehir dışındayken bu son derece iç acıtıcı bir cümle olabilmektedir. Sokakları denize çıkmayan şehrin akşamları da çok hareketli değildir. Hatta saat on buçuktan sonra sokakta insan bulmak güçtür. Zira herkes memurdur, herkes öğrencidir. Bu saatte dışarı çıkmak isteyenlerin gidebileceği yerler bellidir ve dağınık halde bulunmazlar. Bu yerler dışında da pek bir yerde insan bulunmaz. Barların çoğunda en az bir kere Ankara Rüzgarı çalar. Ankaralı olsunlar ya da olmasınlar Ankara'daki bütün kızlar "Her gelen ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına, boş yere ağlama kalbini bağlama Ankara kızlarına" cümlesiyle birlikte saçlarını savururlar:) Şehrin bazı insanları ikili yaşamlar sürerler. Gündüz ilaç satış temsilcisi olan Devrim abiyi sabah takım elbisesiyle görüp akşam deri ceket ve motoruyla gitar çaldığı bara doğru giderken görmek şaşılacak bir durum değildir. Yüksel caddesi, cadde ötesidir. Caddelerin soğukluğu, griliği burayı bırakıp gitmiştir. Burası her yanı açık dev bir kafe gibidir. Eğer Ankara'ya gelip de Yüksel caddesindeki heykellerle fotoğraf çektirmemişseniz, adamı döverler. Şehrin siyasiliği burada da ortaya çıkarak caddede bir arkadaşımla birlikte çektirdiğimiz bir fotoğrafta kadın heykelinin koluna sıkıştırılan "Türk Telekom Özelleştirilemez" pankartına kadar gider:) Ankara'da olmak kısa mesafelere alışmaktır. Zira Ankara, İstanbul gibi değildir. Kısa mesafeler gerçekten kısa mesafelerdir. Ankara'da olmak sabah sıcak 50 derece bile olsa gece hırkayla gezmek zorunda olmaktır. Şehrin ayazı pistir ve acımaz yani:) Şahsen benim gözümde canlanan Ankara imajı her zaman göz kalemi gözlerinin altına akmış bir kadındır. Galiba çok da özel bir kadındır o. Güzel değildir, yaşlanmış, yıpranmıştır ama hala çok özeldir, hep özeldir, hep özlenir nedensiz. Evet, sokakları denize çıkmasa da, dereler akmasa da her yerinden, yemyeşil görünmese de tepeden bakıldığında Ankara özlenir. Çok özlenir hem de.. Semra teyze taşınıyormuş. Yapamaz.

Mutluluk Halleri


Like a Stone'u loopa alırken hayatın gerçekten garip bir ilerleme tarzının olduğunu düşünüyorum. Ya da benim algım garip, bilmiyorum. Bir bakıyorsun bir kötü şey oluyor, üstüne bir başkası, bir başkası.. Boğuluyor gibi hissediyorsun. Sanki hayatında hiç ışık yok, olmayacak gibi. Bazen de bir iyi şey oluyor, üstüne bir başkası, bir başkası.. O zaman da herşey günlük güneşlik oluyor. Bütün ağaçlar birden çiçek açtı, güneş birden doğdu sanki moduna giriyorsun. Herşey güzel gitmeye başlıyor. Hayatın adalet sistemi bir garip. Bazen ölüm mevsimleri oluyor böyle. Çevrendeki herkesin bir tanıdığı ölüyor falan, ölümlerin çok yakın zamanlarda olması garip. Bazen de doğum mevsimleri oluyor. Çevrendeki tanıdıklarına bakıyorsun. Ya herkesin çocuğu olmuş ya herkesin yeğeni. Mutluluklarla mutsuzluklar eşit mi veriliyor acaba insanlara? Bazen ciddi ciddi bunu düşünüyorum. Çünkü her karanlık bir aydınlığa, her aydınlık da bir ara karanlığa dönüşüyor. Bunu görebiliyorum. İnsan kendine güç vermezse nasıl atlatır ki zaten bütün kötü şeyleri? Ya kendine güç vereceksin ya da oturup bunalıma gireceksin işte. Bunalıma girdiğin zaman da kafanı öyle yere eğmiş oluyorsun ki burnunun dibine aydınlık geliyor görmüyorsun, sakat bir olay. Ama kadere inancım tam benim. Her şerde bir hayır var. Kapanmayan yara, unutulmayan şey var mı? Yok. Mutluyken bunları düşünmek kolay aslında, mutsuzken düşünmek zor oluyor. İşte o yüzden yazıyorum ben bunu, dönüp okurum belki mutsuz bir anımda:)

Korku kötü birşey midir iyi birşey midir hala tam karar verememiş olmakla birlikte korkum olmadığını söyleyebilirim artık. Galiba birşeyler yaşla ilgili. Eskisi kadar çabuk umutsuzluğa falan kapılmıyorum ben. Bak gördün mü, herşey düzeliyor, herşey.. Zamanın ötesinde hiç birşey yok dünyada. Zaman ilerler. İnsanlar doğar, insanlar ölür, insanlar sever, insanlar nefret eder, insanlar ağlar, insanlar güler, zaman ilerler. Hep böyle oldu. Ka rüzgar gibi..

Bu yazıyı yazmaya sebebiyet veren bütün insanlara teşekkür ediyorum. Bu yazıyı yazacak kadar beni mutlu edebilen ve mutluluğumun değerini bu kadar iyi anlamama neden olacak kadar beni mutsuz eden insanlara.. Sizlerle bileniyorum körlüğümden.. Ayrıca bu yazıda Forevermore'un katkısını inkar eden kişi taş olur efendim:) Forevermore'a sonsuz teşekkürler:)

Düşünmem Lazım


Facebook sağolsun 13 Temmuz için doğumgünü hatırlatması yapmış bana. Bir de doğumgününün kimin olduğunu bilsem.. Ceren Üner kim yahu? Neyse iyi ki doğdun Ceren!

Bugün yoğun bir gündü. Neredeyse yataktan kalktığımdan bu saate kadar dışarıdaydım. Evet bu yalan değil. Çok güzel bir gündü ama. Saruhan her ne kadar benim yelpaze gösterime gölge düşürmüş olsa da.. :D O yelpazelerle minik bir Kitana olabilirdim tamam mı, önümü kestiler! Aklıma Mustafa Topaloğlu'nun Bülent Ersoy hakkındaki "Önünü kestiler onun" şeklindeki sözü geldi ve kendimden soğudum desem yeridir evet.

Bugün ÖSS sonuçları açıklanmış. O kadar garibime gidiyor ki, ben de ÖSS öğrencisiyim ha? O kadar uzak birşeydi ki.. "Daha çok var, düşünürüm" falan diyordum. Hayatın garip bir ilerleyiş tarzı var. Bazen zaman hızlı hızlı geçiyor, bazen geçmiyor falan. Ayrıca ÖSS'de ne kadar başarılı olacaksın şeklinde Facebook testleri.. Hepiniz mi manyak oldunuz lan?:D

Son zamanlarda çok tahammülsüz olduğumu yeniden farkediyorum. Aslında çok tahammülsüz olduğumu son zamanlarda yeniden farkediyorum desem daha doğru olur. Çok çabuk sinir oluyorum ben, sabırsızım. Acaba çekilmez biri miyim diye düşünüyorum bazen. Şimdi mutluyum da ileride mutsuz mu olacağım acaba ben? Bilemiyorum. Annem bugün Allah kocana sabır versin senin falan dedi. Gerçekten sabır versin de.. Kocam olacağından bile şüpheliyim ben. Yok yok gerçekten çok tahammülsüzüm ben.

Soldaki Son Ev diye bir film var ya sloganı şu onun: "Eğer kötü insanlar sevdiğiniz birine zarar verirse onları cezalandırmak için ne kadar ileri gidersiniz?" Bu sorunun yanıtını düşünürken gerçekten çok vahşi ve acımasız biri olabileceğimi farkettim. Baya ileri gidebilirdim ben, baya. Amerikan filmlerinde olur ya anne kızının katilini bulur ve "Ben senin gibi olmayacağım. Mary böyle istemezdi" falan derler. Ben onlardan değilim işte. Vahşi bir yönüm var bunu biliyorum. Sevdiğim biri için çok ileri gidebilirim ben. Korkutucu birşey belki.. Ama yaparım bunu ben.

Ayrıca eski bir şarkı ama yıllar sonra yeniden dinleyince yazasımı getirdi: "Aşk, dön ölümden, bir sebepten, gel gir dünyama." Ne şarkısın sen:)

Not: Başlık için Saruhan'a teşekkürler derim:)

Jacqueline Smith modeli günler


"Günaydın canım, saat üç oldu hadi kalk" annem beni öperken gözlerimi hafifçe araladım. Demek saat üçtü ha? Anneme karşı bir sevgi gösterisi yaparak kalktım. "Levent bizde ayrıca" dedi annem. "Hmm öyle mi?" dedim artık uyanmıştım. El yordamıyla telefonumu buldum ve pin kodumu ilk seferinde yanlış girmiş olsam da telefonumu açabildim. Saate baktım. İki buçuktu. Üç ha? İnsaf be annecim:D Üzerime birşeyler giyinip içeri geçebildim. Uykulu gözlerimle Levent'i bulabilip "Hoşgeldin" falan diyebildim. Ben salona gelmeden önce yüz bin kez çocukcağıza sorulan soruları yeniden bir de ben sorup gözlerim açık uyumayı sürdürebildim. Aradaki olaylarda çok fazla ilginç birşey olmadığı için buraları geçiyorum. Hemen akşama gelelim. "Sen de votka ister misin Levent?" "Evet lütfen." "Dina sana sormuyorum?" "I ıh ben istemiyorum." Evet ekibimizde -ki toplam üç kişiydik zaten- alkol almayan tek insan bendim. Hava çok sıcaktı ve balkonumuz mimarın ya da tanrının ya da ikisininin birden bir lütfuyla püfür püfür esmekteydi. Bunun doğal bir sonucu olarak balkona çıkmaya karar verdik. Balkonda müzik dinleme fikri çok iyi gözüktüğünden iPod ve tripod ikisini de ekibimize kattık. Sonra Levent birden moonwalk yapmak istediğine karar verdi ve pek de başarılı olmayan bir denemede bulunduktan sonra hangi akla hizmet ettim bilmiyorum ama dur bir de ben deneyeyim moduna geçtim ve ondan bile başarısız bir denemede bulundum:D Sonra Levent'e balkonda soyunan komşumuzdan bahsettik. Levent de tişörtünü çıkardı ve bence günün cümlesini söyledi: "Hep komşularınız mı soyunacak canım?" En son coşup Destiny eşliğinde misket oynadığımızı falan hatırlıyorum, Ankaralı olmak böyle birşey. Sonra süper renkli komşumuz yine bağırmaya ve havlamaya, hayır yanlış okumadınız havlamaya falan başladı. Bir süre onu dinledikten sonra içeri girip Guitar Hero kapışması yapmaya karar verdik. Annem One Way or Another'ı seçti, Levent Hotel California dedi ve ben de Beautiful Disaster dedim. Annem ilk iki şarkıda sahneden atıldığından Leventle ben devam ettik. Aslında herkes bilirdi ki annem bir gitar duayeniydi, bizi üzmemek için kötü çalmıştı. Levent'i de açık farkla yendikten sonra daha mutlu ve gururluydum. Yanımdaki insanlar alkol alınca ben almasam bile almışım gibi hissediyorum. Üstümde abuk bir neşe hali falan vardı, nasıl anlatsam. En son Levent'le gitarı aşıp vokal olayına girdik. O çalıyordu ne hikmetse ben söylüyordum. İşte kendi evinde olmak böyle birşey. Levent Nothing Else Matters'ta çatlayan sesime hiç aldırmazken ben de rahatlıkla eğlenebiliyordum. Fade to Black bile neşeli bir hal almıştı. Bir iki şarkı sonra balkona yeniden çıktık ve renkli komşumuz hala bağırmaktaydı. Onu dinleyip eğlendik. Gözlerimden uyku akarak yatağa gittikten sonra hemen uyuyamadım. Kitabıma biraz göz atmak istedim. Kitap neredeyse sayfa sayfa olduğundan ve bunları bir arada tutan hiç bir güç kalmadığından bu hayli zor oldu ama bir bölüm okumayı başarabildim. Sabah aydınlanmaya başlarken Ankara'da bir kız yeni yeni uyuyabiliyordu.

Yine geç kalkmıştım ama bu sefer bir gibi kalmayı başardım. Bugün aslında bir çok şey oldu ama ben daha önce söylediğim üzere mutlu hikayeler anlatmayı sevdiğimden herşeyi ayrıntısıyla anlatmak istemiyorum. Annem, ben ve kuzen Levent dışarı çıkmaya karar vermiştik. Saruhan'ı aradım. Pek sevimsiz bir kadın sesi aradığım kişiye şu anda ulaşılamadığını, daha sonra tekrar denememi söyleyince kapattım. Annemin saçlarını kestirdikten sonra kuaför Barış'a sordum. "Ben yine mor yapmak istiyorum ama hepsini değil, ona göre birşeyler yapsak?" "Hallederiz" dedi Barış. Ona güveniyorum. Bu arada askere giden ve favori kuaförüm olan Erdi nisanda geliyormuş, mutlu oldum. Kuaförden çıkarken anneme "Jacqueline Smith modeli falan mı yapsam acaba?" dedim. Annem bu modeli hiç sevmezmiş meğersem. Leventle buluşup Tunalıya gittikten sonra ilk durağımız Kıtır oldu. Burada Bülent amca diye biri var, annemle babamın arkadaşıymış. Hatta beni de tanıyor ama hiç tanımıyorum. "Ne kadar büyümüşsün" derken gülümsedim. Ben onu hiç hatırlamadığıma göre beni son görüşünden bu yana hayli büyümüş olmalıyım evet:) Bülent amca sağolsun bize jest olarak kokoreçlerimizin içine çılgınca miktarda kokoreç koymuştu. -Garip oldu evet biliyorum, fazla koymuştu diyelim- Bir de üstüne patates kızartması yiyince hareket edemeyeceğimi falan düşündüm. Korkunç şişmiş halde Kızılay'a yürüdük. Nedjima sonraki durağımızdı. Kapıda rastalı şirin garson Faruk ile karşılaştık. Sınavımı sordu, girmedim dedim. Eh hadi bakalım dedi. Sıcaktan öldüğümden ve çok susadığımdan ben de bir bira istedim. Muhabbet güzeldi, güldük falan, hoştu yani. Levent annemle bana Hotel California'nın hikayesini anlattı. Bunu başka bir yazımda yazmayı düşünebilirim aslında. "Ben şarkı hikayelerini bilmekten çok hoşlanmıyorum galiba. Çünkü hespine kendim bir anlam yüklüyorum" sonra Like a Stone hakkındaki düşüncelerimi ve şarkının hikayesinin nasıl bir fiyasko olduğunu paylaştım. Daha sonra mekanda Like a Stone çalmaya başladı, hoş bir tesadüf aslında:) Biraz bira sonra kafamda tanıdık ve hoş olan o uyuşma hissini hissettim. Kalktıktan sonra bana küpe baktık, aradığım gibi birşey bulamadım. Levent'in arkadaşı gümüşcüde çalışıyormuş. O bana getirecek, en son buna karar verdik. Eve döndüğümde uyuşma hissim tamamen tatlı isteğine dönüşmüş durumdaydı. Tatlı içecek birşeyler içtikten sonra hiç birşey hissetmiyordum desem yeridir. Güzel bir günün yorgunluğuyla kanepeye serilip televizyon izlemey başladım. Daha akşamdan Ankara'da biz kız uyumak üzereydi. :)

Hacı Hijyen ve Yuva Arayan Ördekler


Annemle bilgisayar başındaydık ki ev telefonunun sesini duydum. Salonda anneannem olduğundan telefonu o açmıştı. "A tamam canım, Dina'ya veriyorum bir saniye." Telefonu alınca hayatımda yaptığım en abuk konuşmalardan birini yaptım. "A merhaba. Nasılsın? Teşekkürler ben de iyiyim. Şimdi çok uygun değilim ya. Ben seni sonra arayayım mı? Tamam ararım ben seni. Evdesin değil mi? Tamam evdesin. Ama ben seni cep telefonundan arayacağım!" Bu abuk telefon konuşmasından sonra annemle bloguma yeni tema aramaya devam ettim. Temamı tekrar değiştirmemin bir kaç nedeni vardı. Bunlardan ilki taa Mahmut söylediğinden beri blogumun karamsar göründüğüne inanmamdı. Bir diğeri Gülfer'in bana yorum yapamadığını söylemesiydi. Başka biri de eski yazılarımı okuyup onları sevmem buna karşılık yeni yazılarımdan gerçekten hiç hoşlanmamamdı. Annem bendeki bu tutumu blogumun temasına bağlamıştı ve haklı olabileceğini düşünüyordum. Yaklaşık bin tane -bu bir abartı değil- temadan sonra bunda karar kıldım ki görüldüğü üzere çok da orjinal birşey değil kendisi:D

Bugün annemle yemeğe gittik. Her zaman gittiğimiz bir yer ama hiç bu kadar tezahüratla karşılanmamıştık. İçeri girerken her garson ve komi hoşgeldiniz dedi. Oturduktan sonra tek tek gelip hoşgeldin demeye devam ettiler ve yemeklerimizi söyledikten sonra çılgın jestlerde dev pideler falan gönderdiler:D Sonra yemek yerken bütün garsonlar teker teker gelip afiyet olsun dedi. O an annem son yemeğimiz falan olduğundan şüphelenmeye başlamıştı. Niye herkes bize böyle iyi davranıyordu? Bense "Acaba girişe resmimizi falan astılar biz görmedik mi?" diye düşünmeye başlamıştım. Hesap isterken adam resmen hayal kırıklığına uğradı. Sonsuza dek kebap yememizi ister gibi bir hali vardı. Bunu yapamayacağımız için masadan kalktık. Giderken bütün garson ve komiler ayrı ayrı bize "Hoşçakal" dediler. Herkese bir haller oluyor yahu!

Bahsettiğim kebapçıda akvaryumda challengerlar var efendim. Bilmeyenler için minik bir challenger nedir açıklaması yapayım. Bunlar aynı köpekbalığı gibi görünüyorlar ama küçükler ve bir akrabalıkları yok köpekbalığıyla. Fakat bu hayvanlar çok ama çok korkak oluyor. Suyu değiştirilirken bayılmak, ölü taklidi yapmak gibi hareketleri var:) Annem "Bir kebapçı için ne kadar korkunç bir şey köpekbalıkları" dedi. Yanıtladım: "Onlar challenger, şirin hayvanlar aslında. AOÇ'de akvaryum kısmına gitmiş miydin sen? Orada akvaryumda yüzen minik bir köpekbalığı vardı bir zamanlar." "Biz Hakan'la gittiğimizde orası yapım aşamasındaydı." Hakan annemin bir arkadaşıdır, kendisinin şizofren olduğuna dair elinde raporları falan var iyi biridir ve biraz da komiktir. "Niye gitmiştiniz ki?" "Hakan ördeğine yuva arıyordu ya" "Ha evet hatırladım." "Ördeğine yuva ararken orada köpek bakıcılarıyla da kavga etmişti." "Hadi ya? Ne diye?" "Demişti ki, bu köpeklerin durduğu yerin hali ne böyle köpek bağlasan durmaz!" Seviyoruz seni Hakan abi:)

Dün gece annemle banyoya gittik. Annemle neden mi banyoya gittik? Hiç bir fikrim yok:D Neyse sonra yerde bizim deterjanın durduğu büyük bir plastik kutu var o duruyordu. Annem anneanneme seslendi: "Anne bunu neden aldığın yere koymuyorsun?" "Valla ben koydum. Kendi gitmiştir oraya?" YOK ARTIK! Hemen anneme belirttim. "Bizim banyonun altında eskiden yatır varmış, Hacı Hijyen.."

Böyle durumlarda Mustafa geliyor aklıma. "Ne yapayım ya sıkılıyorum" demiştim ona ben. O da demişti ki "Sen bu hayata sıkılıyorsan biz ne yapalım?" Haklısın Mustafa ya, ben sıkılmıyorum yani, yaşlanmam da ben! :)

Güzelim şehrim ve kondisyon bisikleti sorunsalı



Amacımız sadece bir kondisyon bisikleti almaktı. Ama en basit mevzular bile komik olaylara yol açabiliyor hayatımızda. Ya Tanrının espri anlayışı çok iyi ya da Truman Show gibi bir hayatım var, reyting alıyorum, bilemiyorum. Ankara'da Samanpazarı diye bir yer var Ulus tarafında. Şunu belirtmeliyim ki eski Ankara'da Ulus merkez gibi birşeymiş ama bugünlerde pek bir olayı yok. Ankara'ya gelirseniz gezmeyin yani. Heykel, eski meclis, güzel binalar bile burayı güzel yapmaya yetmiyor. Ben şahsen çok rahatsız oluyorum Ulus'ta. Ait olmadığım bir yerde gibi hissediyorum. Çünkü Çankaya'da yaşayıp hayatı boyunca merkez olarak Kızılay'ı kullanmış biri olarak, Ulus başka bir Ankara gibi görünüyor gözüme. Ama işte dediğim gibi burada Samanpazarı denilen bir yer var. Efendim Samanpazarı dediğimiz yer bir spotçular çarşısıdır. Yani hemen her türlü şeyi ikinci el ya da birinci el olup da uygun fiyata bulabilirsiniz burada. Güzel görünüyor değil mi? O halde küçük bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Burası asla düzenli bir yer değil ve ne, nerede hiç belli olmuyor. Mağazaları dolaşmadan nerede ne satılıyor anlamanız imkansıza yakın birşey. Ama annem ve ben kondisyon bisitleti almaya kararlı insanlar olarak gözümüzü karartıp mağazaları dolaşmaya başladık. Bir adam biz bir bisiklet gösterdi fakat ben bisikleti beğenmedim. Çıkarken oradan ara sokaklardan birinden çıkmaya yöneldik annemle. Adam arkamızdan bağırdı: "Oradan gitmeyin hanımefendi. Orası bayanlara uygun bir yer değil" Bayanlara uygun olmayan yerden geçmediğimiz için geri döndük ve biraz yürüdük. Oyun havalarının sesiyle renklenen sokaklardan geçtik. Sonra annem yanında ben olduğum için rahatsız oldu. O yüzden dümdüz yürüyüp Sıhhiye'ye çıktık. Gözünü sevdiğimin şehri ya, nereden dümdüz yürüsen Kızılay'a çıkarsın, bütün yollar Roma'ya çıkar hesabı. İstanbul neydi öyle be? Her neyse Kızılay'a doğru ilerlerken kendimi daha mutlu hissediyordum. Tanıdık topraklar.. Üniversitenin önünden geçerken bir grup oğlan bana gülümsedi:D Bu ne garip bir davranış böyle yahu, hani gülümsemenle aşık olmayacağım sana normalde de annem varken yapma be adam! Anneme ne dememi bekliyorsun? "Anne ben aşık oldum, gidiyorum." "Tamam yavrum aşka saygım var" Hakikaten salaksınız siz ya:) Her neyse işte Kızılay'a geldik sonra. Evime gelmiş gibi hissettim. Tamam Kızılay süper güvenli bir yer değil, bunu inkar etmiyorum ama canım o benim ya:D Kızılay'a geldikten sonra arkamızdaki çiftin konuşmalarını duyduk annemle: "Sabah bendeki eforu görmeliydin ama" "Evet sabah kıpır kıpırdın sen!" annemle bir kez bakışmamız gülmemiz için yetti:D Bu nasıl bir konuşmadır böyle ya? Seviyorum sizi Ankaralılar! Evet şehir milliyetçiliği yapıyorum:) Bunun dışında Lola da iyice komikleşti bugünlerde. Durup dururken Ricky'ye falan saldırıyor:D Bilmeyenler için minik bir not: Ricky benim kalp şeklindeki yastığımdır efendim. Neyse işte Kızılay'da bisikleti aldıktan sonra çok da kayda değer birşey yok aslında. Çılgınca bir bacak ağrısı dışında tabi:)
O değil de Ankara'yı seviyorum ben, gerçekten. Ve hayatımı da tabi:)

Bu yazı hakkında son bir not: Eğer size Ulus'taki Atatürk heykelindeki atın hangi ayağı havadadır diye sorarlarsa "Hiç biri" yanıtını veriniz:) İnsanlar genellikle bu heykeli Samsun'daki şahlanan atla karıştırıp "Ön iki ayağı" derler. Ama bizim heykelimizin bütün ayakları yere basar sevgili okuyucularım:)

Ve Micheal Jackson da ölür..


Micheal Jackson öldü ve millet yas içinde. Her televizyonda onun dansları, klipleri, paylaşım sitelerinde en çok tıklananlar onun klipleri oldu, herkesin kişisel iletisinde gördüğüm dinlediği onun şarkıları.. Gerçekten kör ölünce badem gözlü oluyormuş. Adamın ölmesine üzülmedim, üzülemedim. Haberi aldığımda böyle olacağını tahmin etmiştim aslında. Ama insanların bu kadar duyarsız ve unutkan olabileceklerini aklım almak istemiyor. Ve pedofili olan bir adamın arkasından "Çocukluğum ölmüş gibi hissediyorum" tarzı cümleler kanımı donduruyor. Yo hayır sizin değil ölen çocukluk, hayır sizin değil. "Önü parlak arkası karanlık ayna"lara bakınca kendinizi mi görüyorsunuz? Doğru ya kim bakar aynanın sırrına.. Ölen kötü insanların ölünce iyi anılmasından nefret ediyorum. "Öyle konuşma, ölmüşün arkasından konuşulmaz." O zaman ne anlamı kalıyor hayatımız boyunca iyi bir insan olmanın? Hayatın boyunca kötü her haltı yedikten sonra iyi anılacaksam niye iyi bir insan olayım ki ben? İyi falan anmayın efendim ölüleri, nasıl insandılarsa öyle anın! Hem de pedofili yahu, kanımı donduruyorsunuz insanlar. Sizin çocuklarınız yok mu? Siz çocuk olmadınız mı çocuğunuz yoksa bile? Bırakın çocukluğu bu yaşınızda yolda yürürken bırakın sizi taciz etmeyi size ters baksa rahatsız olmuyor musunuz? Ben oluyorum. Sizin yüzünüzden yaşadığım dünyadan tiksiniyorum. Bu dünyada nasıl yaşanır ki böyle adamlar bile sevgiyle saygıyla anılıyorsa? Adamın yaptığı güzel şarkılar, etkileyici hareketler yeter mi bunları silmeye? Bazen bir yanlış bütün doğruları götürür.. Bana kızın, benden nefret edin, Micheal Jackson'a tapın, umurumda değil. Bunu kabul etmiyorum ve etmeyeceğim.

Bu konuda yalnız kalmaya da hazırım gerekirse.
"Herkes kendisi olması karşılığında topluma bir bedel öder, bu bedel çoğu zaman yalnızlıktır."
Olsun, benim gezegenim yalnız da döner:)

Bir sürü gerizekalıyla aynı oksijeni solumak


Nette gezinirken rastladığım Illuminati sembolleri dikkatimi çekti ve öğretmenlerin yazıştığı bir forumda buldum kendimi. Bir üye Illuminati hakkında engin bilgiler yazmıştı fakat hepsini okuayamadım. Girişini okumak yetti.
İLLUMİNATİ NEDİR ?
Dünyayı her konuda büyük bir gizlilik içersinde yöneten bir grup Tanrı kompleksli insanın oluşturdukları koalisyonun ortak adıdır.

“Ve Allah’ın, Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak.” ( Tevrat, Tesniye Bölümü 7/ 16 )

“ İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.” ( Tevrat, mezmurlar bölümü 2 / 8-9 )


Ve gözümüzün içine baka baka “ Bakın ben aydınlanmayım !” yalanıyla yüzümüze sırıtan bu kurukafalar hayatımızın rengini kana bulayan gerçek mübessimlerdir.
Evet giriş buydu ve şok oldum yani. Dünyanın neredeyse en önemli adamlarının içinde olduğu topluluğa atılan çamura mı üzüleyim, bu gerizekalılarla aynı oksijeni soluduğumuza mı yoksa bunun bir öğretmen olup da ülkemin çocuklarını bunların okutuyor olmasına mı? Acaba benim gibi düşünen başkası var mı diye yorumlara bakmak beni daha çok dehşete düşürdü.
Az kalsın unutuyordum bizden bu toplantılara katılan isim kimdi biliyor mudunuz Ney
KEMAL DERVİŞ .....meclisin ilk ekonomiden sorumlu ithal bakanı olmuştur kendileri... Ecevit hükümeti dönemiydi sanırım
Adamlar Kemal Derviş'i Illuminati üyesi olarak göstermişlerdi:D Güleyim mi ağlayayım mı cidden bilemiyorum artık.. Yorumların ortak noktası dünyayı Illuminati'nin yönettiği ve Türkiye'nin bu kıskaçta olduğu yönündeydi. Tanrım yani saçımı başımı yolacağım neredeyse. Gitmem lazım buradan gitmem lazım..

Ve son söz yine forumdan bir yorumdan:
Bizim bu ülkenin genç öğretmenleri olarak tetikte olmamız lazım!
Evet gerizekalı, evet..

Reprodüksiyon düşkünü serseriler


"Bu arada Kara Kule 3'teyim. Pamuk şekeri gibi bir kitap. Harikulade." "Seveceğini biliyordum=)" "O değil kitabı okurken sanki seninle sohbet ediyormuşum gibi" İşte 15 Haziran günü Berkay'la yaptığımız bu konuşma gözüme toz kaçmasına sebep oldu kısa süreli:) Duygulandım ya. Demek ki tek özleyen ben değilim. Ayrıca türünü yayan bir vampir, bir misyoner gibi onu da kendime benzetmişim. Buna seviniyorum aslında. Kitabı yeni okumasını ise çok kıskandım. Yeni bir heyecan yaşıyor gibi birşey bu. Benim önceden yaşadığım ve çok hoşlandığım bir his. Hafızayı resetleyip yeniden Kara Kule'ye başlamak isteyebilirim aslında. Gerçi resetlemek istediğim daha farklı hafıza konuları var ama olsun:D

Bugün annemle temizlik yaptıktan sonra duşa girdim. Evimiz temiz olmuştu, ben çilek özlü sabunumla yıkanmıştım. Mutlu olmamak için herhangi bir sebep kalmamıştı. Artık kendimi eskisinden iyi hissettiğimi farkettim. Kendi salaklığıma inanamıyorum. Çok değil bir iki gün öncesindeki Dina'yla bugünkü Dina arasında dağlar kadar fark var. Bir de zeki bir insan olarak falan geçinirim. Aptalmışım ben ya, kendime hala inanamıyorum. Kendime geldim, özüme döndüm.

Bu sene nedir böyle bilemiyorum ama kelebek istilası var resmen. Şu kahverengi olan gariban kelebekler var ya onlardan her yerde var. Bunu söylerken utanç duyuyorum ama korkuyorum ben onlardan. Hayvanlar da manyak mı ne? Işığa uçsan ya güzelim, üzerime üzerime uçuyorlar. Çığlık atarak evin içinde koşuyorum. Lola da bana sinirleniyor falan:D Anneme kelebeklerle ilgili söyleniyordum üzerime uçuyorlar, niye ışığa uçmuyorlar falan diye. Annem de egomu tavan yaptıran cümleyi söyledi: "Gurur duymalısın bence, kelebekler sahiden ışığa uçarlar. Işığa uçmuyorlar da sana uçuyorlarsa.." Ağzım kulaklarımda sırıttım. Kahverengi kelebeklerden eskisi kadar korkmuyorum galiba.:D

Annemle balkonda oturuyorduk bu akşam. Bir anımızı hatırladık, şirin birşey, yazmak isterim. Nejat İşler'in Barda'sını yeni izlemiş ve çok rahatsız olmuştuk. Filmde olaylar şöyle başlıyordu: Genç bir grup bir bara içmeye gidiyor barın kapanmasına yakın yalnızca bunlar kalıyorlardı. Sonra Nejat İşler ve psikopat arkadaşlarının grubu geliyordu. Neyse işte olayla böyle başlıyordu. Biz de annemle filmi izlediğimizin ertesi günü Dost'a gitmiştik. Dost'un alt katında reprodüksiyon tablolar ve film afişleri gibi şeyler var. Biz de annemle birlikte onlara bakıyorduk sonra ışıklar kapanmaya başladı. Annem: "Barda gibi oldu, değil mi?" "Evet anne birazdan reprodüksiyon düşkünü bir grup serseri burayı basacak" :D O gün ne garip gündü ama. Bir kadın Nefretiti tablolarına bakıyordu. Adamı çıldırtmaktaydı. En son "Başka pozu yok mu bunun?" dedi. Manyağın aile büyüğü sanki:D

Hayatımı seviyorum ya. Yaşamak süper birşey cidden, hayatımı güzel yapan herkese teşekkürler. Hepinizi çok seviyorum:)

Pozitif şarkılar kazanır :)


Başlamadan önce küçük bir not: Blogumda eski yazılarımın üzerinde uçan kırmızı kelebeğin ismini istek üzerine Berkay koymuş bulunuyorum:D

Artık başlayabiliriz.

Gülfer için.. :)

Ben sıcaktan ötürü kendimden geçmişten ve Berkay blogumun kenarında neşeyle uçarken bu yazıyı yazmayı düşündüm. Aslında bu yazıya benzer bir yazıyı daha önce okumuş, şarkılarını sevmemiştim. O yüzden kendi yazımı yazmaya karar verdim. Eğer siz de benim gibi morali bozuk olduğunda depresif şarkıalra asılan biriyseniz bunun ne kadar yanlış bir karar olduğunu önceden farketmiş olmalısınız. Bu, işleri daha kötü yapıyor. Depresif bir şarkıyla morali düzelen kimse görmediğim gibi, bozulanı çok gördüğümden artık moralim bozuk olduğunda depresif şarkı dinlememe kararı aldım. Bunlardan bazılarını da paylaşmak istedim, eğer moraliniz bozuk olursa bir göz atın diye:

1) Kamelot - The Haunting
Bu şarkı aslında Faust'la ilgili ama elbette bana enerji vermesinde bunun etkisi yok. Şarkıda gayet gür bir biçimde "Leave me for now and forever, leave while you can" diyen sesin etkisi var daha çok:) Gerçekten enerjik bir parça ve Simone'un sesi ile ayrı renkleniyor. Ayrıca slow şarkılar dinlemenin iyi bir seçim olmadığını farkeden bünyeler için ideal olduğu kanısındayım:)

2) Tenacious D - The Metal
Bir acıdan kaçmanın en etkili yolu onu düşünmemektir öyle değil mi? Ama kaderin oyunu ki neredeyse bütün şarkılar aşk üzerine yapılmıştır ve hangi şarkıyı dinleseniz üzüleceğiniz birşey bulabilirsiniz. Bu yüzden aşkla çok alakasız bir şarkı olan The Metal dinleyerek neşenizi bulmanız mümkün. Şarkının bütün derdi hiçbir müzik türünün metali öldüremeyeceği yönünde, eh o halde bu şarkı sizin moralinizi bozamaz öyle değil mi? Metalin ölebilmesi ihtimali en büyük korkunuzsa, o başka tabi:)

3) Demons & Wizards - Seize The Day
Belki moraliniz bozuk, belki berbat hissediyorsunuz, zor şeyler yaşadınız ama günü atlattınız değil mi? E o zaman sorun ne? Hansi aşık olunası sesiyle size "We seize the day" diyor ve siz hala moraliniz bozuk oturabiliyorsunuz öyle mi? Hansi'ye ayıp ama.. Onu üzmeyin, kıyamam:)

4) Anouk - Nobody's Wife
Sizi eleştirdi eleştirdi saçma saçma konuştu. Siz susun Anouk cevap versin, ona yaptığınız her kötü şey için özür dilesin. Sonra da "Çok kötü ama hey bu benim!" diye bağırsın. Çünkü siz asla kimsenin karısı olmayacaksınız! Gaza gelinebilecek bir şarkı, şiddetle tavsiye ediyorum:)

5) Direct - Ama Aşkım Yok
Artık aşkınızın olmadığınızın bilincindesiniz ama bu sizi üzüyor mu? Direct bunu aşırı neşeli biçimde söyleyerek bunun o kadar da önemsenecek birşey olmadığını anlamanıza yardımcı olabilir. Çünkü gerçekten öyle değil. Neşeli ve güzel bir şarkı:)

6) Bulutsuzluk Özlemi - Sözlerimi Geri Alamam
Kötü şeyler yaşamış olabilirsiniz belki pişmansınız belki değilsiniz. Olanlar oldu ve artık başa sarma şansınız yok. O halde bunu dile getirmekten çekinmeye gerek yok. Çünkü siz sözlerinizi geri alamaz ve bir daha geri dönemezsiniz:) Üzüntünüzden utanç duymayın, böyle şeyler sizin insan olduğunuzun kanıtı. Ama bunlar geçecek. Coşup seven gönlünüz durmayacak:) Belli mi olur belki bir gün yine karşılaşırsınız? Bilemiyoruz şimdi:)

7) The Strokes - Heart in A Cage
Bu listedeki favorilerimden. Üstelik sözlerinin yanı sıra müziği de bir harika. "I don't want what you want, i don't feel what you feel" şeklindeki sözleri insana gayet de güç veriyor. İnsanlar her zaman aynı şeyleri hissetmek zorunda değil. Aynı şeyleri hissetmiyor musunuz? Bırakın defolup gitsin, sizin kalbiniz bir kafeste bile atar:)

8) Burak Kut - Yaşandı Bitti :D
90'lara hızlı ve şirin bir dönüş. Burak Kut hislerimizi tarif ederken biz de çocukluk anılarımızı düşünmeye dalabiliriz. Hem nostalji olur, sonra dönüp bize üzene "Haydi Zıpla" diyip arkamızı dönüp gideriz. hem de neşelenmiş oluruz, fena mı:) Burak Kut bir numarasın canım:D

9) Stratovarius - Destiny
Bu listenin belki de Cadillac'ı olan şarkıyı yazmanın vakti geldi. Herşey ters gitmeye başladı. Ama ya olanların sizinle bir ilgisi yoksa? Yalnızca kaderse? Bu düşünce sizi bilmem ama benim hoşuma gidiyor. Yaızlan bir romanı düşünün. Karakterin başına kötü olaylar geliyor sürekli. Eğer bu karakterin başına hiç iyi olay gelmezse kötü olaylar heyecanını kaybeder ve kimse romanı okumaz değil mi? Bu yüzden iyi şeyler de olmak zorunda. Bir süreçtesiniz ve hepsi bitecek. Kaderden kaçamayız:)

10) Gloria Gaynor - I Will Survive
Son şarkı olarak karaoke barlarında kadınların en çok tercih ettiği şarkıyı belirtmeyi uygun görüyorum. Giden gitsin, kalan sağlar sizindir efendim. Siz daha iyisini bulursunuz, o asla daha iyisini bulamayacak. Siz savaşmayı sürdüreceksiniz, o kimin umrunda? =) Başka korkmuştunuz, hatırlasanıza. Geçiyor hepsi.. Dinleyin ve gaza gelin, işte bu!

Son söz olarak, sizi üzen de kim oluyor? Kimse benim okuyucularımı üzemez tamam mıığğ? Yüzünüzü yıkayın, güzel bir içecek alın, müziklerinizi açın ve mutlu olun. Bundan daha kötü günleriniz olmuştu. Hepsini atlatmayı başardınız. Şimdi bu kadra emeğinizi sizinle olmayı bile becerememiş bir gerizekalı için mi harcayacaksınız? O sizi haketmiyor bile. Eh hadi ama, görecek güzel günleriniz var daha:)

Rüya


Utangaç Balıklar İçin Buzlu Camdan Akvaryum'a teşekkürler.. :)

Rüyamda seni gördüm. Sen senmişsin ama sen değilmişsin. Anlıyorsun değil mi?

Dünya garip birşeymiş meğer. Ama dünya da dünya değilmiş. Sürekli değişen garip bir oluşummuş böyle. Birşeyler oluyormuş sürekli, yerinde kalmıyormuş hiçbirşey. Her şey yıkılırken, yeni birşeyler kuruluyormuş. Sonra o kurulanlar da yıkılıyormuş. Yerlerine yeni birşeyler yapılıyormuş. Bazen mutlu oluyormuş insanlar. Bazen üzülüyormuş. Ama üzülmek de bu üzülmek değilmiş. Anlatabiliyor muyum? Geçip gidiyormuş. Rüzgarlar esiyormuş, dünyayı süpüren. Sonra zaman diye birşey varmış. Ama bu bildiğimiz zaman değil. Daha farklı ilerleyen birşey. Yıllar saniye oluyormuş mesela, günler yıl. Herşey başka birşey oluyormuş. Çünkü aslında hiçbirşey göründüğü gibi değilmiş. Hatta bazı şeyler o zamanlar görünmüyormuş bile, yalnızca rüyalarda görünüyormuş. Ölüm gibi birşey varmış, ama kimse ölmezmiş. Bir kırmızı kapı varmış aslında ama kapı siyaha boyanmış. Siyah kapının ardı ise ışık doluymuş, beyazlık doluymuş. Herşey ya siyahmış zaten, ya da beyaz. Arada hiçbir renk yokmuş. Ama dedim ya herşey değişip duruyormuş dünyada. Siyahlar beyaz, beyazlar siyah oluyormuş. Ama siyah kapının ardı hep aydınlıkmış. Siyahlar oluşuyormuş ara sıra kapının ardında. Ama o beyaz öyle bir beyazmış ki yutuyormuş siyahları. Siyah kapı demirden de değilmiş, çelikten de. Ama güçlüymüş işte. Herşey siyaha, beyaza dönerken kapı hep siyah kalıyormuş. Ama o siyah, bildiğimiz siyah değilmiş. Günler birbirini kovalıyormuş. Zaman hızlıymış demiştim ya, bir garip ilerliyormuş. Sanki yıl gibi. Yıllar da saniyelere dönüşüyormuş, bunu da söylemiştim. İşte tüm bu hengamenin içinde rüyalarını yönetebilen bir kız varmış. Ama o ben değilmişim. İstediğini görüyormuş kız rüyalarında, istemediğini görmüyormuş. Kafasından silebiliyormuş istediğini. Keçi gibi de inatçıymış bu kız. İstediğini silermiş kafasından. Sıraya bir ad kazımak gibi birşeymiş bu, isim kazınan sıra, ismin üstünü kazımak gerektiğinde taş kesilmez ya.. Hem zor değilmiş böyle şeyler. Bir nehir geçiyormuş kapıdan. Rüya bu ya, nehirler de kapılardan geçiyorlarmış işte. Ama nehir bildiğimiz nehir değilmiş, Lethe'ymiş. Lethe'nin suyuyla ıslanan kapı siyah kalıyormuş hala ama ardındaki bütün siyahlar siliniyormuş. Kapıların hafızaları var mıdır? Bir müzik varmış fonda. Önceden hiçbirşey sorun değilken, şimdi herşey sorunmuş. Önemi yok dedim ya kapı siyahmış. Zifiri karanlık hem de. Bir telefon çalıyormuş sonra. Biri bakmış telefona. To Bid You Farewell çalıyormuş telefonda, ama bizim bildiğimiz değil. Sonra kapanıyormuş telefon. Her yer karanlık oluyormuş birden, öyle ki kapı da görünmüyormuş bu karanlıkta. Sonra her yer aydınlanıyormuş yeniden. Bir kapı siyah kalıyormuş. Bu aydınlığın içinde duruyormuş tüm cüssesiyle. Dev bir aydınlıkta, siyah bir kapı, ardında aydınlıklarla..

Sonra bir de ben varmışım rüyada. Ben benmişim ama ben değilmişim. Anlıyor musun?
Ben anlamadım işte tam burayı.

Düşüngü


Eskiden düşünürdüm ben. Çok düşünürdüm. Düşündüğüm bir sürü şey vardı. Başka da işim yoktu galiba ki düşüncelerim canlıydı çok. Düşündükçe yaşardım. Kendimi düşünerek üzebilir, yine birşeyler düşünerek moralimi bozabilirdim ben. Durmadan düşünürdüm ben. Gerekli ya da gereksiz şeyler, mutlu ya da mutsuz şeyler farketmezdi. Dünyanın adaletsizliğinden şikayet eder, sisteme söver ya da yarın yemekte ne olacak diye düşünebilirdim. İnsanları düşünür onlar için üzülür ya da sevinebilirdim. Merak eder, daha çok düşünebilirdim. Bana söylenen bir lafın üzerinde saatlerce kafa yorabilirdim. Böyle mi demek istedi, şöyle mi diye aklımda kalabilirdi cümleler. Düşündükçe yanıtlandırabilediğim sorularım oluyordu bazen. Ama genellikle sorular üzerine düşünmezdim ben. Yanıtlar üzerinde düşünürdüm. Yanıtlar bazen istediğim gibi oluyordu, bazen olmuyordu. Ben her ikisini de düşünüyordum. Bazen düşünmektan nefret ettiğim oluyordu. Düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünüyordum. Kanun gibi birşeydi bu, sevmediğin şey burnunun dibinde bitiyordu. Bunları uzaklaştırmaya çalışıyor, bazen yapıyor bazen yapamıyordum.

Eskiden düşünürdüm ben. Başka işim de yoktu galiba, hep düşünürdüm ben. Geçenlerde artık eskisi kadar düşünmediğimi, daha rahat olduğumu farkettim. Büyüyorum galiba. Nesibe Aydın'ın dalga geçercesine deniz yıldızlarıyla süslediği yaz ödevini elime ilk aldığımda da ilk düşündüğüm bu oldu "ÖSS Grubu" yazısına bakınca. Büyüyorum ben. Eskisi kadar düşünmeye ne halim var, ne zamanım, ne arzum. Eskiden düşünürdüm ben, çok eskiden..

"Hepsinin gelmesini bekleme; bir kişi gelmeyecek. Sen alışmayasın diye, korkmayasın diye, düşünesin diye.. Kendine yetmen için... Herkesin kendinden kaçacağı yerlerde sen kaçmayasın diye... Gelenler gitmeyecekmiş gibi... Doğumlar da, ölümler de duyasın diye. Bildiğini bildirmek için, bilmemeyi öğrenmelisin, tam kalasın diye. Herkesin gelmesini bekleme, sen var olasın diye, bir kişi gelmeyecek. Sen, bir olasın diye."

Eskiden düşünürdüm ben. Başka da işim yoktu galiba. Artık susup gülümseyerek önüme bakıyorum yalnızca. Yürüyorum. Yürüyorum çünkü yerinde durup düşünmek hiçbirşey vermedi bana bugüne dek. Susup gülümseyerek önüme bakıyorum. "Söylenemiyor çoğu şey susmadan.."

Öylesine..


Sisyphean, ne güzel şarkısın sen. The Fall of Every Season bu ara en gözde gruplarımdan. Huzurlu bir havası var. Galiba ben de bunu istiyorum. Huzur. Neşeli bir insan olmama rağmen neden doom dinlediğimi sormuştu biri. Şarkıyı yaşamıyorum, onu dinliyorum. Evet şarkıları yaşamıyorum ben. Aslında birilerinin bu şarkıyı yazmak için bunları yaşamış olması da kötü bir durum. Üzücü yani. Tek tesellim bunu para için yaptıklarını düşünmek. Eh bu düşünce de olunca çok da üzülemiyorum galiba. Bundan şikayetçi de değilim aslında. Bugün bir şarkı dinledim ben, harika sözlere ve berbat bir müziğe sahipti. Keşke o sözleri başka birine verseydiniz be güzelim, belki daha iyi bir şarkı olurdu. Olsun, şarkılar güzeldir. Aslında bu ara heyecanlı ve umutluyum. Düşündükçe mutlu olduğum bir takım gelişmeler var. Paylaşmak istediğimi sanmıyorum, nazara inanırım ben:) Ayrıca bu ara ne kadar çok yazı yazdığıma baktığım zaman şaşırıyorum. Bu kadar üretken bir insan mıydım yahu ben? Sanmıyorum aslında havadandır belki. Yazı yazma havası? Belki. Aslında yazı yazma havaları daha çok gri havalarda oluyor ama o zamanlarda yazdığım yazıları pek beğenmiyorum. Gri yazılar oluyor onlar da. Her ne kadar şarkıyı yaşamayıp dinlesem de havaları seyretmekle kalmayıp yaşıyorum. Bu yüzden kötü havalar benim için tatsız bir durum. Tanrım, ya Londra'da falan yaşasaydım? En çok intiharın görüldüğü bölgenin İskandinavya olmasına şaşmamalı. Düşünsene hep soğuk bir hava. Hava bir gün ısınır ümidini bile taşımıyorsun. Havanın bir gün ısınacağı ümidini taşımazsan, hiç bir soğuğu atlatamazsın ki.. 

Denge


Bu yazı spoiler ve isyan içerebilir. Eğer ikisinden de hoşlanmıyorsanız okumayın. Eğer ikisinden de hoşlanmadığınız halde okuyorsanız bu, beni enterese etmez, bilesiniz. 

"Bu final boss" galiba diye düşündüm. Düşüncemi annemle paylaştıktan sonra annem de öyle düşündüğünü söyledi. O şeyin karşısında shotgun mermilerimi umutsuzca harcarken bu bossun diğerlerinden çok daha kolay olduğunu düşünüyordum. Bir iki sefer ölsem geçebileceğim türde birşeydi. Ölmeden önce strateji belirlemem lazımdı. Bir kere öldükten sonra artık lanet yaratığa nasıl saldırmam gerektiğini bulmuştum. Bu sırada sevgili Şuşu anneannem pazara gitmek için sabırsızlanıyordu. Bunun üzerine koşarak save alıp makineyi kapattım. Gidip pazar için uygun birşeyler giyindim. Gösterişsiz bir eşofman, bol bir bluz. Saçlarımı da sıradan bir at kuyruğu yaptıktan sonra pazara gitmeye hazırdım. Anneannem, annem ve ben pazara gitmek üzere yola koyulurken annem "Bundan sonra ne oynayacaksın?" dedi bana. Ben "Devil May Cry galiba" derken anneannem meraklı bir ses tonuyla "Baklanın mevsimi bitti mi acaba?" dedi. Baklayı sevmezdim ve mevsimi konusunda hiçbir fikrim de yoktu. Ayrıca Devil May Cry cevabını düşünen zihnimle baklanın mevsimini düşünecek olan zihnim aynı olamazdı. O moddan çıkabilmem için biraz zamana ihtiyacım vardı. Pazara vardığımızda boss aklımdan uçmuştu. Meyve almak üzere bir tezgaha yaklaştık. Nektarin çıkmıştı ve nektarini severdim. Pazarcı nektarini tatmam konusunda ısrar etti. Bir tane nektarin aldım. Sert ve tatsız tuzsuzdu. Sevdiğim gibi. Adam bana 3 - 4 kilo nektarin vermeyi teklif etti. O anda kilo vermeye karar verdim. Adam beni fazla şişman bulmuş olmalıydı. "Bu hayvan 4 kilo nektarini rahatlıkla yer" mi demişti küçük hastalıklı zihniyle? "E şey hayır biz 2 kilo alalım" dedim. Adam nektarinleri poşete doldurup tartarken erikten de almam konusunda ısrar ediyordu. "Evde var sağolun" dedim. Adamsa bütün pazarcı öngörüsüyle "Evdeki yumuşamıştır, bu eriklerden al" dedi. Adam beni ne sanıyordu böyle? Manyak gibi erik ve türevlerini yiyen garip bir organizma olduğumu mu? Gülmekle yetindim ve nektarinleri alıp koşarcasına uzaklaştım. Elimdeki yarım kalan nektarini uygun bir yerde bıraktıktan sonra pazar arabasını sürmeye devam ettim. Alışverişimiz bitmişti. Eve dönerken anneme adamın bana nektarin satmak konusundaki düşüncelerini anlattım. Annemin cevabı rahatlatıcı değildi: "Seni salak gördü herhalde" Anneme hayalkırıklığı dolu bakışlar atarak eve doğru yürümeyi sürdürdüm. Eve gelince aldığımız yeşillikleri ayıklamaya başladık. Az önce steel pipe'ı yöneten koyu bordo ojeli tırnaklara sahip parmaklarım şimdi kuzu kulağı ayıklamaktaydı. Bu da ne biçim bir hayattı böyle?! Neydim ben bir kahraman mı yoksa bir geyşa mı? Kuzu kulağı, reyhan gibi bilimum yeşilliği ayıkladıktan sonra acıktım. Annemle power metal dinleyip tarhun ayıklarken çiğ köfte yemeye başladım. Artık zihinsel düzenim iyice sapıtıyordu. Dr Jekyll - Mr Hide tarzı yaşamım giderek daha garip bir hal almaktaydı. Parçalara bölünmüştüm adeta. Pazarcıya geçen süper diyaloglarımı mı, Amnion'u nasıl geçmem gerektiğini mi, çiğ köfteyi mi yoksa baklanın mevsimini mi düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Çilekleri dolaba koyarken "Ben bunlardan çilekli pasta yapayım" dedim. Sonra içimden düşündüm "Şu oyun bitsin de pastayı yapayım bari"

Beyin Fırlaması


Öncelik bu yazı için bana fikir veren Sercan'a ve süper bir olay anlatarak bu yazıya destek veren anneme teşekkürler:)

Sercan "beyin fırtınası" olayına sinir olduğunu söyleyince önce anlayamadım. İnsanların karşılıklı görüş alışverişleri yaptıkları herhangi sıradan bir olaydı. Sonra açıkladı. "Düşünmek zaten özel birşey, niye süslü bir isim veriyorlar ki" Aslında bunu ben de düşünmemiş değildim. Beyin fırtınası hep komiğime gitmişti. Hızlı hızlı elini kolunu kaldırarak denilen birşeyden birşey türetmek.. Çoğu da anlamsız şeyler türetmek. Sonra bu kelimelerden biri kafanda bir ampul yakacak ve işte bu diyeceksin öyle mi? Aslında başarıya ulaşan pek beyin fırtınası görmedim. Sanırım Sercan da görmemişti ki bundan rahatsızdı. Bu durumu anneme anlatırken annem bir anısını anlattı. Sahne Ankara'nın en ünlü ve büyük reklam şirketlerinden birinde geçiyor. Annemin reklamcı arkadaşı annemi Radyo Anadolu'nun reklamı için yapılacak bir beyin fırtınasına davet ediyor. Ve bir sürü insan masa başında başlıyorlar fırtınaya. Konuşmalar hızlı ve heyecanlı el kol hareketleriyle desteklenen şekilde. Çünkü yavaş konuşunca fırtına olmuyor:D Esinti oluyor.
-Mavi!
-Mavinin tonları!
-Deniz!
-Yelkenli!
-Yelkenliyi uçuran rüzgar!
-Dağdaki geyikler!
Ve evet Radyo Anadolu'nun reklam projesi için bu anlamsız kelimeler ortaya atılıyor. Cümle bile değil. Ayrıca Anadolu'da ne denizi, ne yelkenlisi lan:D Ve masadan ortaya hiçbirşey çıkmamış olarak kalkılıyor. Beyinler yorgun tabi, fırtına çıkmış ortamda. 
Aslında biz bu beyin fırtınası denilen nesneyi çağrışım oyunu olarak oynardık ve de eğlenceli birşeydi. Ama bu durum takım elbiseli koca adamlar tarafından bir masa başında komik hal alıyor. Ya da düşünün reklamcısınız ve Radyo Anadolu'nun reklamı yelkenli olmuş. Kendinizle gurur duyuyorsunuz ve yakınlarınıza anlatıyorsunuz: "Biz beyin fırtınası yapıyorduk işte, Erhan bey mavi dedi ben de mavinin tonları dedim oradan çıktı bu" Golü başkası attı ama asisti ben verdim. 

İşte böyle. Son sözüm odur ki bu yazıyı okuyan herkesi beyin fırtınasına davet ediyorum!

Le Placard


Öncelikle "le placard" ismiyle birlikte anneanneme sevgi ve selam göndermek isterim. Ki her istediğimi başardım sayılır, o yüzden sevgi ve selam anneanne. Şimdi gelelim dolap mevzusuna. Aslında ortada dolap mevzusu olmadığı için öncelikle onu açıklamam gerektiğini düşünmüyor değilim. Biçimce olumsuz, anlamca bir olumlu bir cümleyle kendimi takdir ettikten sonra dolabımı neden topladığımı anlatmaya başlamayı kendime borç bilirim. Dolabımı toplamamın iki temel nedeni var. Bunlardan ilk artık yazın gelmiş olması ve dolabımdaki oı kazakların bana bu sıcak havada pek yardımcı olmuyor olması. Hoş dersen ki sen gariban bir kazaktan ne yardım bekliyorsun, susarım kalırım. Ellerimi göğsümde birleştirip otururum yani. Belki de namaza dururum bilemiyorum. Ellerimi göğsümde birleştirmek diyince aklımöa direk namaz geldi evet. Neydi o, kıyam mıydı? Eğer Ezgi şimdi burada olsa ona "Kıyamam" gibi iğrenç bir espri yapardım ve beni asla kınamazdı. Ama olmadığı için yapmıyorum. Çünkü kendimi kınama potansiyelim var. Potansiyellere inanmam. Ve salı sendromlarına. Bunu daha önce belirtmiştim sanki. Onu bilemem ama çarşamba sendromu var, bak cidden. Her çarşamba mı bilemiyorum ama ertesi günü geometri sınavı olan çarşambalar ciddi bir sendrom konusu olabilir. Nereden geldim ben buraya? Ha dolabımı toplamak. Dolabımı toplamamın ikinci temel nedeni annemin kaosun bir düzen olduğu konusundaki inancının benim kadar kuvvetli olmaması. Aslında bu konuya ben de çok inanmıyorum. Bence bu benim gibi dağınık insanların ortaya attığı birşey. A sanırım bunu söylememeliydim. Aslında kaos iyidir, bazen yani. Kıyafetler konusunda olmayabilir. Bugün kışlıkları kaldırırken bütün kış aradığım siyah sweati buldum mesela. O zaman kaosun iyi olmadığını düşünüyorum. Kaos ise bu konuyu hiç umursamadığından sorun yok. Aslında dünyanın benim kıyafetlerimi umursadığından emin değilim. Hatta bazen kıyafetleri bir tek benim umursadığım hisssine kapılıyorum. İşte o zaman bütün herşey beyhude, bütün herşey boş geliyor. Ayrıca "Ben ayakkabıları severim, yani baya severim, öyle böyle değil" derken kendimi sapık gibi hissetmem de cabası. Geçen biri "Farkettim ben onu" demişti mesela. Sapık olduğumu farketmemiş yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemiyorum. Ayakkabıları sevdiğimi farketmiş. Bazı insanlar buna "Aa benim de çanta takıntım vardır." diye cevap verir. "Bende de ayakkabı ve çanta hastalığı var canım yaa" şeklinde cevaplar beni üzer. Çanta nedir ki? Kumaş lan o kumaş! Ayakkabıyla aynı cümlede geçmesi ayıp bence. Ayakkabı mucizevi birşeydir, çanta takıntısıyla karşılaştırılmaya tenezzül etmez. Ayakkabı herşeydir, çanta hiç birşeydir! Neyse ben dolap falan diyordum en son. Dolabımda çok stratejik bi,r düzen yarattım bu sefer. Kalın askılı tek başına giyilecekler, ince askılı tek başına giyilecekler, ince askılı dekolte birşeyin içine giyilecekler, bol tişörtler, dar tişörtler, dantel ve file bluzler, kotlar, askeri yeşil pantolonlar, eşofmanlar, yazlık elbiseler, abiye elbiseler, tunikler olarak hepsini ayrı ayrı grupladım. Hatta gözümü karartıp toka çekmecemi ve takı çekmecemi bile düzenledim. Kalın çorapları kaldırmak gibi bir iş bile yaptım. Aferin valla bana. Oh mis. Umarım bir süre hatta uzun bir süre böyle derli toplu kalır. Pek öyle birşey göremedim bugüne değin ama 5245454. kez belki bu sefer farklı olur diyorum. Neyse en kötü ihtimalle dağılır, kaos bir düzendir neticede, di mi? 

Ametistin diskriminantını almak


Uzun zamandır yazmamışım, gezegenim yalnız kalmış gerçekten. Kendime yakıştıramadım. Ama kendimce haklı sebeplerimi gezegenimin anlayacağından eminim. Bir güne üç sınav koyan zihniyete yazıklar olsun. Tek tesellim sınavların böyle daha erken biteceği. Kim gider haziranda okula? Oh valla. Perşembe geometri sınavım var mesela. Formüller zihnimde uçuşmakta. Birbölüikiçarpıaçarpıbeçarpısinüsalfa desem ne derdin acaba gezegen? İşte ben böyle bir ruh hali içindeyim. Bir de yalnız kaldım diye şikayet ediyorsun. Aslında kimseye etmezsin şikayet sen. Zaten ben de şikayeti pek kaldırmam, belki ondan iyi anlaşıyoruzdur ha? Ben çok konuşuyorum, sen hiç konuşmuyorsun. Ben çok mu konuşuyorum? Hıh.. Ben sana değil, klavyeme anlatıyorum bir kere. Senden önce o vardı. Klavyemi severim ben, evet. Bugün anneannem harflerin bazılarının silindiğini söyledi. Bakıyorum da yok yani. Bir tek E. Bir de A tabi. E küçük bir tire, a ise diskriminant şeklini almış. Olsun mutluyum ben klavyemle. Ki silinmemiş yani bu harfler. Ooh mis gibi görünüyor valla. Bugün DTTye gittik annemle gezegen. Saç boyası baktık bana. Morumu terketmek istemiyorum ama bir de pembeye kaydı gözüm fena halde. Galiba bu yaz saçım üç renkli olacak. Sevdin mi gezegen? Evet diyeceğini biliyordum. Hisseder gibi oluyordum. Hislerim kuvvetli değil gezegen. Midem de öyle. Schism görünce midem kalkıyor mesela. Ama Homecoming'i gerçekten sağlam yapmış adamlar, en iyi SH olma yolunda aday. Bu ara aklımda bir hikaye var ama yazmaktan korkuyorum, garip birşey. Umarım farketmeden yine birşeylerden çaldığımı farketmem. Çocukluk hikayelerim bunun üstüne kuruluydu malum:D Bu ara özgün birşeyler yazabildiğimi umuyorum. Aslında daha çok bu aralar yazabildiğimi umuyorum. Yazılarımı beğenmiyorum bu ara. Daha çok hiçbirşeyimi beğenmiyorum ama geçici bir durum herhalde. Yakında normale döneceğimi umuyorum. Belki de daha çok şey üretilebilecek konularda yazmalıyımdır, aşk falan gibi. Ama aşk üzerine satırlarca şey yazabilecek birisi değilim ki ben. Bir kere aşk acısı falan çekmedim bu büyük eksiklik ayrıca sürekli aşktan bahseden kızlardan hoşlanmam. Yapış yapış birşey yahu. İşiniz mi yok? Şahsen benim işim var. İşim olduğu gibi geometri sınavım var. Geometri ve aşk arasındaki ilişki bando şefi ile ametist arasındaki ilişkiden farksız benim için. Ametistleri fazla sevmem ayrıca. Eflatun benim rengim değil. Bando şefleri ise düşündürücü olabilir. Ama söz konusu olan ametistten bir bando şefi ise bunun üstünde konuşmam bile, arkamı dönüp giderim. Bir süre yalnız kal gezegen. Sanırım hikayeme başlayacağım. 

Hıdırellez? :)



Bugün Hıdırellezmiş. Dilek tutma günü, dileklerimiz gerçek olacak. Bunu biraz geç öğrendim. Dileklerimi gül ağacının altına koymalıymışım, eh bu biraz zor. Ama kolayı var:)
- Ailemin mutlu olmasını istiyorum:)
- Arkadaşlarımın mutlu olmasını istiyorum:)
- Kızımın ayağı tamamen iyi olsun istiyorum:)
- İstediğim bir üniversitenin istediğim bir bölümüne girmek istiyorum:)
- İnsanlar acı çekmesin istiyorum:)
- Mutlu bir hayat sürmek istiyorum:)
- Okulu bitirip, rahata ermek istiyorum:)
- İspanyolca öğrenmek istiyorum:)
- Kilo vermek istiyorum:)
- Saçlarım kırılmasın istiyorum:)
- Güzel ve kocaman bir ev, mümkünse bir tane kütüphane odası istiyorum:)
- Çocuklar ölmesin istiyorum:)
- Güzel bir hayat kurmak istiyorum:)
- Yalnız kalmamak istiyorum:)
- Sevilmek istiyorum:)
- Köpekbalıkları olmasın istiyorum ama ekosistem de bozulmasın istiyorum:D
- Hepsi gerçek olsun istiyorum:)

Bir yere ait olmak


Bazen insan dünyada kimse kendisini sevmiyormuş gibi hissediyor. Bütün dünya ona karşıymış, kimse kendisini anlamıyormuş gibi. İşte o zaman insan bir yerlere ait olduğunu hissetmek istiyor. Bir yere ait olduğunu hissetmek çok özel birşey. Bazen ailesiyle buluyor insan bu hissi, bazen arkadaşlarıyla, bazen bir ortamda. Mekan ve kişiler değişse de his değişmiyor. Sıcacık, güzel bir his. Sanki bahar rüzgarından bir el saçlarını okşuyor gibi, huzur veren ve burnunu acıtan, gözlerini dolduran hoş bir his. Aslında genellikle kendimi yalnız ve savunmasız hisseden biri değilim ben. Ailem sağolsunlar bana asla böyle hissettirmediler - ki hayatımdaki en büyük şans olarak ailemi görüyorum ben. Sonra arkadaşlarım da var tabi. Bilgisayarımı her açtığımda otomatik açılan MSNimde bir kaç tane "Dina bi'tane" görmem çok özel ve hoş birşey. Dün gece Merlin'in Kazanı Özel'i izlediğimde de böyle hissettim işte. Oradakilerin yarısını hiç tanımıyordum, nicklerini bile görmemiştim belki. Ama geçişler, güzel bir müzik falan derken sanki aile albümüne bakıyormuşcasına duygulandım. Bilmiyorum, belki de ben biraz garibimdir ama.. Sanki anılarımız varmış da onları hatırlamışım gibi oldum evet, sanırım gerçekten bir miktar garibim:) 
Ama hepinizi seviyorum ben ya! Canım ailem, canım arkadaşlarım.. Hayatı güzel yapan sizsiniz:) 

Muhasebeciler, ben ve dünya


Nasıl başlayacağını bilememenin bir başlangıç olduğunun yarı bilincinde, yarı değildim. Başlamak bitirmenin yarısıdır derlerdi ama inanmazdım. Bu yalnızca bazı işlere başlayıp asla sonunu getiremeyenlerin kendine söyledikleri bir yalandı. Bu insanlar sonra arkalarına yaslanıyorlar ve "En azından yarısını yaptım" diyorlardı ve bu dünyanın hiç umurunda olmuyordu. Bu benim de umurumda olmuyordu. Dünya ile ortak özelliklerimiz vardı. Umursamaz ve geoid idik. Geoid olduğum konusunda bazı şüphelerim olsa da umursamaz olduğumu biliyordum. Ama her konuda umursamaz olamazdım. Ayakkabıları umursardım mesela. Bu konuyu açar açmaz aklıma Sweeney Todd'un gelmesinde dünyanın hiçbir suçu yoktu. Bu tamamen benim kendi yaptığım birşeydi ve bu konuda dünyayı suçlamayı asla düşünmüyordum. Aslında serbest çağrışımlar için kimseyi suçlamazdım. Benim sorunum serbest muhasebecilerleydi. Ama muhasebecilerden pek azı bunu umursardı. Aslında hiç biri umursamazdı. Dünya, muhasebeciler ve benim birleştiğimiz konular vardı. Hepimiz umursamazdık. Ama dediğim gibi benim umursadığım bazı konular vardı. Mesela yarın oturup bütün gün matematik çalışmayı düşünüyordum. Ama bu matematiğin asla umrunda değildi. Matematik de böylece muhasebeciler, dünya ve benim oluşturduğum kusursuz sinerjiye dahil oluyordu. Aslında her ne kadar matematikle aynı grupta olmaktan hoşlanmasam da bu fikir muhasebecilerin neşe içinde gülmesine neden oluyordu. Bu durumda muhasebecilerin umursadığı birşeyler olduğu açıktı ve bu onları gruptan çıkarmama sebep oldu. Ama muhasebeciler bu kararımı umursamayarak gruba yeniden girmeye hak kazandılar. Ben tam küçük hastalıklı zihnimde bunları düşünürken Aubrey Ashburn şeytana her zaman arkamı dönmemi öğütlüyordu. Bu tavsiye bana pek de mantıklı gelmiyordu. Neticede adam şeytandı ve arkanı dönmeye gelmezdi. Ayrıca şeytanı neden erkek olarak tasvir ettiğim konusunda fikrim yoktu. İşte tam bu sırada içimden bir sesin Devil Wears Prada'yı Şeytan Marka Giyer şeklinde çeviren zihniyete sövdüğünü işittim. İç sesim ara sıra böyle konuşurdu. Genellikle onu dinlemez ve umursamazdım. Bu da beni dünyaya daha yakın kılıyordu. Ama dünya benim kendisine olan yakınlığımı bile umursamayarak kendini benden çekip bizden çok uzaklara gidiyordu. Ve böylece üçümüz başbaşa kalıyorduk: Ben, matematik ve muhasebeciler. Muhasebeciler serbest oldukları için bizi bırakıp özgürce giderlerken matematik ve ben baş başa kalıyorduk. İşte o zaman umursamaz olamıyordum. Yarın başlayayım diyordum. Başlamak bitirmenin yarısıdır.. :)

Benimle aynı giyinme ustura


Tanımadığın bir insana yakınlık beslemek garip birşey. Yolda dövmeli birini görüyorum. Yakınlık besliyorum örneğin. Dövmesi olmak gizli bir tarikattan olmak gibi birşey. Dövmeli birini görüyorsun, sanki o da senden gibi. Önceleri deli olduğumu düşündüm. Anneme söyledim. O da öyle hissediyormuş. Yalnız olmadığımı bilmek güzel birşey. Ama bu söz konusu yakınlığın benimle aynı ayakkabıyı giyen kızı gördüğümde sürmemesi çelişki midir? Ya da dershanede durup dururken gelip giydiğim bluz için "Bende bunun beyazı var" denmesi sonucunda benim bununla zerre kadar ilgilenmiyor olmam ve kızın bana bunu niye belirttiğini asla anlamamam? Gerçekten bu aptal kızların default gelen bir özelliği midir acaba? Hayır sende var, iyi çok sevindim, çok güzel de ne yapayım ben?
a) Sende var diye sevineyim.
b) Sende var, pişti olduk diye üzüleyim.
c) Benim bluzümü de çamaşır suyu maharetiyle beyaz yapayım, takım olalım.
d) Hepsi.
e) Hepsi diye bir şık olamaz, a ve b şıkları çelişir. 
Ben mi garibim bilmiyorum ama bünyem benimle aynı sweati giyen kız ve benimle aynı ayakkabıyı giyen kız karşısında aynı tepkiyi vermez. Aslında bu biraz da kızın fiziksel özelliğiyle ilgili olabilir. Ayaklarım küçük olduğundan ayakkabı konusunda hep daha rahat olmuşumdur. "Aynısını almış ama o ayak da olmuş mu şimdi benim ayakkabım" diye rahatlıkla içimden geçirebilirim. Ama benim sweatimin beyazını giyen kız konusundaki görüşlerim değişkendir. "O kadar renk içinden bunu mu almış?" ya da "Ben bunu bir daha giymeyeyim" şeklinde kendimce fikir ayrılıklarına düşebilirim ve daha güzeli bu sweatlerin asla umrunda olmaz. Bazen sweat olası gelir insanın hatta bu nedenle. Sweatler dertsiz ve cansızlardır. İnsansa dertli ve canlıdır. Dertli diyince aklıma Dertli mahlaslı halk ozanı geldi. Bilgi yarışmasında çıkmıştı bu bir soru olarak. Aslında Dertli bir soru değildir. Bir cevaptır ama bilgi yarışmasında bir cevap çıktı gibi bir cümle kurmak bana yakışmazdı. Bilgi yarışmasında çıkan bir sorunun cevabıydı diyebilirdim en fazla ki bu çok uzun olurdu, üşenirdim. Ama dedim bile, artık çok geç. Neyse işte biz Dertli'yi bilememiştik. Söylentiye göre kendisini ustırayla kesmeye çalışmış bu yüzden Dertli'ymiş adı. Ustura çok fena birşey ya. Onda bıçakta olmayan ayrı bir ürkütücülük var. Oysa ustura bıçaktan çok daha masum birşeydir. Gazeteyi açarsanız bıçakla öldürülmüş bir sürü insan bulabilirsiniz ama ustura öyle değildir. Sonra herkes elini en az bir kez bıçakla keser ama usturayla böyle de bir anımız yoktur. Buna rağmen daha korkutucu birşey yani. Sweeney Todd'u izledim mesela geçen. Kan görmekten hiç rahatsız olmadığımı farkettim. Filmlerdeki oluk oluk akan kan beni rahatsız etmezken, sevdiğim birinin parmağı kesilse ona bakamamam normal bir durum mudur? Normalse şu sweat olayıyla bu olayı karşılaştırırsak hangisi daha normal bir durumdur?
a) Sweat olayı
b) Kan olayı
c) Menemen olayı
d) Olay Tv vardı eskiden
e) Ortada normal hiçbir durum yoktur.
Bana "Senin Face'in var mı?" diyen soran kişiye "Benim yüzüm var" deme isteğimi bastırmam kibarlığımdan değil, garip karşılanma korkumdandır. "Yok" demem ise tamamen Facebook hesabımın olmadığını bildirmek içindir. "Açsana ya.." diyen kişiye "Yok böyle iyi, sevmiyorum ben" demem kendimi ifade etme isteğimden değil, konuyu kapatma isteğimden kaynaklanmaktadır. Karşımdaki kişinin konuyu anlamadığımı, eğer olayı anlarsam hemen koşarak bir hesap alacağımı ve ömrüm boyunca onunla ilgileneceğimi düşünmesi nedendir hiç bilemiyorum. "Harika birşey ya, fotoğraflar, videolar falan.." "Biliyorum da yani ne bileyim sevmiyorum işte." "Geçen şeyin fotoğrafına bir comment yazdım mesela ben." az önce kibarlıktan bahsetmiştim ya. Şimdi devreye giriyor işte. O comment değil, yorumdur dememem tamamen kibarlığımdandır. "Hmm öyle mi? Ne yazdın peki?" diye sormam merakımdan değil, ilgili görünme çabamdandır. "Çok tatlı çıkmışın yazdım, böylece Ahmet'e laf sokmuş oldum" Bundan sonra susmuş olmamın nedeni nedir?
a) Ahmet'i tanımamam.
b) Ahmet'e "Çok tatlı çıkmışın" cümlesiyle nasıl laf sokulduğunu anlamamam
c) O cümlenin doğrusunun "Çok tatlı çıkmışsın" olması
d) Benim yazacağım "comment"in çalınmış olması
e) Hepsinden biraz
Uzun zaman sonra A Question of Heaven'ı dinleyince içimin bir garip olması şarkının hâlâ eskisi kadar güzel olmasından kaynaklanıyor. Şarkıyı uzun zamandır dinlemeyince ve de birden bunu dinleyince onu aldatmışım gibi hissettim. Şarkının hâlâ eski güzelliğinde olması ise uzun zamandır asla aramadığın eski dostunun görüşünce sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi yakın davranması gibi birşey. Biraz içimi acıttı açıkcası. Ben bu güzelliği haketmiyorum Iced Earth, sizi aldattım. Pişmanım. Ama A Question of Heaven'ı seviyorum. Gerçekten. Schaffer'a yakınlık beslememin nedeni bu şarkı olabilir. Al bak geldim mi sana ilk konuya. Blogumla çağrışım oyunu oynasam ancak bu kadar başarılı olabilirdim. Tanımadığım bir insana bir şarkı yüzünden yakınlık besliyorum evet. Schaffer benim sweatimi giyse hiç üzülmem. Aslında biraz gözümden düşer. 38 beden sweatle ne yapıyor derim. Erkekler dar kıyafetler giymemeliler. Dar kıyafetler de erkekler tarafından giyilmemeli. İstanbul'da Hadımköy otobüsünde bir adam gördüm mesela. Çok ilginç bir kot giyiyordu. Ayrıca adam eşcinsel falan da değildi, ya da öyleydi bilemiyorum ama öyle görünmüyordu. Eğer öyle değilse muhtemelen kızının kot pantolonunu giymişti. Kızlarının kot pantolonlarını giyen babalara yakınlık duymam. Tanımadığım bir insana anti yakınlık duyma konusu bu da mesela. Yakının tersi uzak olduğu halde yakınlığın tersinin uzaklık olmaması ne garip bir durum. "Sana yakınlık duyuyorum" diyebilirsin ama "Sana uzaklık duyuyorum" olmaz bence. Olsa bile birine böyle dememelisin. Ketum kesilmelisin. Uzak kelimesinin de kendi enerjisi var mesela. Ustura gibi birşey. Hatta uzak ve ustura kelimeleri bazen bünyede aynı etkiyi yapabilir. Belki bu ikisinin de U harfi ile başlamasındandır. Ama urgan, ulak, umut, uf olmak gibi kelimeler bünyemizde aynı etkisi yapmadığına göre bu teori çürümüş olur. Bu sırada hayal gücümüz devreye girer ve küflenmiş, çürümüş ve kötü kokan bir teori canlanır kafamızda. Bu hayalgücü öyle canlı birşeydir ki bunu düşünürken iğreniriz kendi kendimize. demek ki ne anlıyoruz buradan? Hayalgücü tehlikeli birşeydir. Usturalar da öyle. Peki bu yazı nasıl devam etmelidir?
a) Bitmelidir.
b) Bitmemeli, sonsuza dek devam etmelidir.
c) Yazıda sözü geçen Sweeney Todd ve Facebook kızı evlenmelidir.
d) Sweeney Todd, Dina'yla aynı sweati giyen kızı öldürmelidir.
e) Dina diye birşey yoktur, "yorum"dur o. Ya da comment. Bilemeyiz.

Doğru şıkkı yazıp komşumuz Adnan beyin cep telefonuna gönderen ilk 50 kişi benden bir ustura, doğru yanıtı gönderen her kişi ise bir beyaz sweat kazanacak. 

5. soru 32ydi.


Sınav sonrası konuşmalardan tiksiniyor musunuz? "Yaa çok kötü geçti ya, neyse ikinciden 100 alsam 4 düşer" diyip 90 alan insanlara hapis cezası verilmesi taraftarı mısınız? Test çözerken işaretlediğiniz şıklar desen şeklini aldığında "Ya adamla dalga geçiyor gibi, yok böyle değildir bu" mu diyorsunuz? 3 soru arka arkaya B çıkınca dönüp son üç soruyu yeniden mi çözüyorsunuz? Hoca "Biriniz okuyun çocuklar" dediğinde dışarıyı seyredip onu duymamış gibi mi davranıyorsunuz? Tahtada örnek çözülürken size kaçıncı sorunun geleceğini hesaplayıp hemen onu mu çözüyorsunuz? 5. soruyu 32 bulmadınız mı? Daha sık görüşelim! =)

-5. soruyu ne buldun?
+Kök içinde dörtyüzaltmışyedi bölü otuzsekiz galiba..
-32 çıkıyordu o ya?
+Hmm, olabilir. 
-7. soruyu ne buldun peki? Beş üzeri sekizdi o.
*Madem yanıtı biliyorsun. Bana niye soruyorsun?*
+Ben onu bulamadım. Boş bıraktım.
-Nasıl bulamadın ya çok kolaydı. O başta verdiği şeye a diyeceksin, sonrası a+2 oluyor. Oradan da..
*Bulamadım işte, ne gıcık yaratıksın sen?*
+Aklıma gelmedi. Şey bir daha ki ders ne?

Hey Edward!




Bu ara kendimi çok garip hissettiğim bir konu var. Millet mi çıldırdı birden ben mi anlamıyorum bilmiyorum. Açıklayan olusa mutlulukla dinleyeceğim, söz. Bu Alacakaranlık furyası nereden çıktı ya? Ömründe eline kitap almamış adamlar hastası oldular, kızlar Edward diye ölmeye başladı. Eh kızlar bu zavallı çocuk Harry Potter da oynarken aklınız neredeydi? "Cedric Diggory out, Edward Cullen in" mi şimdi? Artık yaşlanıyorum galiba. Bütün bu popüler kültür hadiselerinden uzak kaldım. Ne yeni şarkıları biliyorum, ne de Edward hayranıyım. Alacakaranlık'ı da okumadım üstelik. Bir sürü sorunum var yani. Sorun demişken belirtmeden geçmek istemiyorum, Merlin'in yeni düzenini hiç sevmiyorum. Çok soğuk ve karışık olmuş. Zaten katılımı da baya bir azaltmış gibime geliyor bu yeni düzen. Hoş sor bakalım bana ben uzun zamandır katılıyor muyum acaba? Katılmıyorum da yani ne bileyim cidden sevemedim. Belki alışma meselesidir bilemiyorum. Aslında alışma konusunda ciddi problemler çeken biriyim. Edward'dan bahsetmiş miydim:D Benim favori Edward'ım, Edward Norton'dur. Kendisi kendi kendini döver falan ama -aa spoiler- iyidir yani. Ayrıca Sihirbaz da güzel filmdi bak. O da sürprizliydi, hoştu. Bunun spoilerını veresim yok, hayır. Gelelim ikinci favori Edward'ıma. Makas elli Edward tabi ki. Kendisi tam insan değil. Zaten olamazdı da. Çünkü öyle bir insan olduğunu zannetmiyorum. Öyle bir insan varsa bile ne kadar öyle saf, öyle temiz ve o kadar iyi kalabilir bilemiyorum. Geçen AnkaMall'de bir mağazanın vitrininde bir manken gördüm. Saçları aynı Edward'ın kasaba kadınlarına kestiği saçlardandı. Aklıma geldi. "Edward, öyleyse neden yaptın?" "Çünkü sen yapmamı istedin" diyerek gözleri doldurabilen bir karakter Edward. E. Cullen kadar yakışıklı değil belki, Kim de Bella gibi değil zaten. Kim, kar perisi. Edward ise sadece farklı. Kar yağdığında eğer hafif bir müzik çalıyorsa aklıma gelen kişi Edward. Ve her aklıma geldiğinde geldiğinde gözleri doldurabilen. Evet Edward insan değildi, çünkü öyle bir insan yok. Edward insan değil, Edward yanıt. "Neden kar yağar?"ın yanıtı, "Neden herkes aynı oluyor giderek?"in yanıtı. Edward'ı yeterince iyi bir yanıt olarak görmeyenler için yeni yanıt yine Scissorhands'ten geliyor: "Biz koyun değiliz." Evet ben koyun değilim ve bütün Alacakaranlık muhabbetlerinden uzak kaldım. Üzgün müyüm? Bunun yanıtı diğer Edward'dan geliyor -elleri de makas değil üstelik- : "I like myself" 
Ve son söz:
Kim: Sarıl bana...
Edward: -Ellerine bakar- Yapamam..