Yalnız Gezegen

welcome

Siz Buraya Daha Önce De Gelmiştiniz. Tabii Gelmiştiniz Ya... Tabii. Ben Gördüğüm Yüzü Asla Unutmam. Buraya Gelin De Elinizi Sıkayım! Bir Şey Söyleyeyim Mi? Sizin Yüzünüzü Bile Görmeden, Yürüyüşünüzden Tanıdım. Castle Rock'a Dönmek Için Bundan Daha Iyi Bir Gün Seçemezdiniz.

Denge


Bu yazı spoiler ve isyan içerebilir. Eğer ikisinden de hoşlanmıyorsanız okumayın. Eğer ikisinden de hoşlanmadığınız halde okuyorsanız bu, beni enterese etmez, bilesiniz. 

"Bu final boss" galiba diye düşündüm. Düşüncemi annemle paylaştıktan sonra annem de öyle düşündüğünü söyledi. O şeyin karşısında shotgun mermilerimi umutsuzca harcarken bu bossun diğerlerinden çok daha kolay olduğunu düşünüyordum. Bir iki sefer ölsem geçebileceğim türde birşeydi. Ölmeden önce strateji belirlemem lazımdı. Bir kere öldükten sonra artık lanet yaratığa nasıl saldırmam gerektiğini bulmuştum. Bu sırada sevgili Şuşu anneannem pazara gitmek için sabırsızlanıyordu. Bunun üzerine koşarak save alıp makineyi kapattım. Gidip pazar için uygun birşeyler giyindim. Gösterişsiz bir eşofman, bol bir bluz. Saçlarımı da sıradan bir at kuyruğu yaptıktan sonra pazara gitmeye hazırdım. Anneannem, annem ve ben pazara gitmek üzere yola koyulurken annem "Bundan sonra ne oynayacaksın?" dedi bana. Ben "Devil May Cry galiba" derken anneannem meraklı bir ses tonuyla "Baklanın mevsimi bitti mi acaba?" dedi. Baklayı sevmezdim ve mevsimi konusunda hiçbir fikrim de yoktu. Ayrıca Devil May Cry cevabını düşünen zihnimle baklanın mevsimini düşünecek olan zihnim aynı olamazdı. O moddan çıkabilmem için biraz zamana ihtiyacım vardı. Pazara vardığımızda boss aklımdan uçmuştu. Meyve almak üzere bir tezgaha yaklaştık. Nektarin çıkmıştı ve nektarini severdim. Pazarcı nektarini tatmam konusunda ısrar etti. Bir tane nektarin aldım. Sert ve tatsız tuzsuzdu. Sevdiğim gibi. Adam bana 3 - 4 kilo nektarin vermeyi teklif etti. O anda kilo vermeye karar verdim. Adam beni fazla şişman bulmuş olmalıydı. "Bu hayvan 4 kilo nektarini rahatlıkla yer" mi demişti küçük hastalıklı zihniyle? "E şey hayır biz 2 kilo alalım" dedim. Adam nektarinleri poşete doldurup tartarken erikten de almam konusunda ısrar ediyordu. "Evde var sağolun" dedim. Adamsa bütün pazarcı öngörüsüyle "Evdeki yumuşamıştır, bu eriklerden al" dedi. Adam beni ne sanıyordu böyle? Manyak gibi erik ve türevlerini yiyen garip bir organizma olduğumu mu? Gülmekle yetindim ve nektarinleri alıp koşarcasına uzaklaştım. Elimdeki yarım kalan nektarini uygun bir yerde bıraktıktan sonra pazar arabasını sürmeye devam ettim. Alışverişimiz bitmişti. Eve dönerken anneme adamın bana nektarin satmak konusundaki düşüncelerini anlattım. Annemin cevabı rahatlatıcı değildi: "Seni salak gördü herhalde" Anneme hayalkırıklığı dolu bakışlar atarak eve doğru yürümeyi sürdürdüm. Eve gelince aldığımız yeşillikleri ayıklamaya başladık. Az önce steel pipe'ı yöneten koyu bordo ojeli tırnaklara sahip parmaklarım şimdi kuzu kulağı ayıklamaktaydı. Bu da ne biçim bir hayattı böyle?! Neydim ben bir kahraman mı yoksa bir geyşa mı? Kuzu kulağı, reyhan gibi bilimum yeşilliği ayıkladıktan sonra acıktım. Annemle power metal dinleyip tarhun ayıklarken çiğ köfte yemeye başladım. Artık zihinsel düzenim iyice sapıtıyordu. Dr Jekyll - Mr Hide tarzı yaşamım giderek daha garip bir hal almaktaydı. Parçalara bölünmüştüm adeta. Pazarcıya geçen süper diyaloglarımı mı, Amnion'u nasıl geçmem gerektiğini mi, çiğ köfteyi mi yoksa baklanın mevsimini mi düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Çilekleri dolaba koyarken "Ben bunlardan çilekli pasta yapayım" dedim. Sonra içimden düşündüm "Şu oyun bitsin de pastayı yapayım bari"

Beyin Fırlaması


Öncelik bu yazı için bana fikir veren Sercan'a ve süper bir olay anlatarak bu yazıya destek veren anneme teşekkürler:)

Sercan "beyin fırtınası" olayına sinir olduğunu söyleyince önce anlayamadım. İnsanların karşılıklı görüş alışverişleri yaptıkları herhangi sıradan bir olaydı. Sonra açıkladı. "Düşünmek zaten özel birşey, niye süslü bir isim veriyorlar ki" Aslında bunu ben de düşünmemiş değildim. Beyin fırtınası hep komiğime gitmişti. Hızlı hızlı elini kolunu kaldırarak denilen birşeyden birşey türetmek.. Çoğu da anlamsız şeyler türetmek. Sonra bu kelimelerden biri kafanda bir ampul yakacak ve işte bu diyeceksin öyle mi? Aslında başarıya ulaşan pek beyin fırtınası görmedim. Sanırım Sercan da görmemişti ki bundan rahatsızdı. Bu durumu anneme anlatırken annem bir anısını anlattı. Sahne Ankara'nın en ünlü ve büyük reklam şirketlerinden birinde geçiyor. Annemin reklamcı arkadaşı annemi Radyo Anadolu'nun reklamı için yapılacak bir beyin fırtınasına davet ediyor. Ve bir sürü insan masa başında başlıyorlar fırtınaya. Konuşmalar hızlı ve heyecanlı el kol hareketleriyle desteklenen şekilde. Çünkü yavaş konuşunca fırtına olmuyor:D Esinti oluyor.
-Mavi!
-Mavinin tonları!
-Deniz!
-Yelkenli!
-Yelkenliyi uçuran rüzgar!
-Dağdaki geyikler!
Ve evet Radyo Anadolu'nun reklam projesi için bu anlamsız kelimeler ortaya atılıyor. Cümle bile değil. Ayrıca Anadolu'da ne denizi, ne yelkenlisi lan:D Ve masadan ortaya hiçbirşey çıkmamış olarak kalkılıyor. Beyinler yorgun tabi, fırtına çıkmış ortamda. 
Aslında biz bu beyin fırtınası denilen nesneyi çağrışım oyunu olarak oynardık ve de eğlenceli birşeydi. Ama bu durum takım elbiseli koca adamlar tarafından bir masa başında komik hal alıyor. Ya da düşünün reklamcısınız ve Radyo Anadolu'nun reklamı yelkenli olmuş. Kendinizle gurur duyuyorsunuz ve yakınlarınıza anlatıyorsunuz: "Biz beyin fırtınası yapıyorduk işte, Erhan bey mavi dedi ben de mavinin tonları dedim oradan çıktı bu" Golü başkası attı ama asisti ben verdim. 

İşte böyle. Son sözüm odur ki bu yazıyı okuyan herkesi beyin fırtınasına davet ediyorum!

Le Placard


Öncelikle "le placard" ismiyle birlikte anneanneme sevgi ve selam göndermek isterim. Ki her istediğimi başardım sayılır, o yüzden sevgi ve selam anneanne. Şimdi gelelim dolap mevzusuna. Aslında ortada dolap mevzusu olmadığı için öncelikle onu açıklamam gerektiğini düşünmüyor değilim. Biçimce olumsuz, anlamca bir olumlu bir cümleyle kendimi takdir ettikten sonra dolabımı neden topladığımı anlatmaya başlamayı kendime borç bilirim. Dolabımı toplamamın iki temel nedeni var. Bunlardan ilk artık yazın gelmiş olması ve dolabımdaki oı kazakların bana bu sıcak havada pek yardımcı olmuyor olması. Hoş dersen ki sen gariban bir kazaktan ne yardım bekliyorsun, susarım kalırım. Ellerimi göğsümde birleştirip otururum yani. Belki de namaza dururum bilemiyorum. Ellerimi göğsümde birleştirmek diyince aklımöa direk namaz geldi evet. Neydi o, kıyam mıydı? Eğer Ezgi şimdi burada olsa ona "Kıyamam" gibi iğrenç bir espri yapardım ve beni asla kınamazdı. Ama olmadığı için yapmıyorum. Çünkü kendimi kınama potansiyelim var. Potansiyellere inanmam. Ve salı sendromlarına. Bunu daha önce belirtmiştim sanki. Onu bilemem ama çarşamba sendromu var, bak cidden. Her çarşamba mı bilemiyorum ama ertesi günü geometri sınavı olan çarşambalar ciddi bir sendrom konusu olabilir. Nereden geldim ben buraya? Ha dolabımı toplamak. Dolabımı toplamamın ikinci temel nedeni annemin kaosun bir düzen olduğu konusundaki inancının benim kadar kuvvetli olmaması. Aslında bu konuya ben de çok inanmıyorum. Bence bu benim gibi dağınık insanların ortaya attığı birşey. A sanırım bunu söylememeliydim. Aslında kaos iyidir, bazen yani. Kıyafetler konusunda olmayabilir. Bugün kışlıkları kaldırırken bütün kış aradığım siyah sweati buldum mesela. O zaman kaosun iyi olmadığını düşünüyorum. Kaos ise bu konuyu hiç umursamadığından sorun yok. Aslında dünyanın benim kıyafetlerimi umursadığından emin değilim. Hatta bazen kıyafetleri bir tek benim umursadığım hisssine kapılıyorum. İşte o zaman bütün herşey beyhude, bütün herşey boş geliyor. Ayrıca "Ben ayakkabıları severim, yani baya severim, öyle böyle değil" derken kendimi sapık gibi hissetmem de cabası. Geçen biri "Farkettim ben onu" demişti mesela. Sapık olduğumu farketmemiş yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemiyorum. Ayakkabıları sevdiğimi farketmiş. Bazı insanlar buna "Aa benim de çanta takıntım vardır." diye cevap verir. "Bende de ayakkabı ve çanta hastalığı var canım yaa" şeklinde cevaplar beni üzer. Çanta nedir ki? Kumaş lan o kumaş! Ayakkabıyla aynı cümlede geçmesi ayıp bence. Ayakkabı mucizevi birşeydir, çanta takıntısıyla karşılaştırılmaya tenezzül etmez. Ayakkabı herşeydir, çanta hiç birşeydir! Neyse ben dolap falan diyordum en son. Dolabımda çok stratejik bi,r düzen yarattım bu sefer. Kalın askılı tek başına giyilecekler, ince askılı tek başına giyilecekler, ince askılı dekolte birşeyin içine giyilecekler, bol tişörtler, dar tişörtler, dantel ve file bluzler, kotlar, askeri yeşil pantolonlar, eşofmanlar, yazlık elbiseler, abiye elbiseler, tunikler olarak hepsini ayrı ayrı grupladım. Hatta gözümü karartıp toka çekmecemi ve takı çekmecemi bile düzenledim. Kalın çorapları kaldırmak gibi bir iş bile yaptım. Aferin valla bana. Oh mis. Umarım bir süre hatta uzun bir süre böyle derli toplu kalır. Pek öyle birşey göremedim bugüne değin ama 5245454. kez belki bu sefer farklı olur diyorum. Neyse en kötü ihtimalle dağılır, kaos bir düzendir neticede, di mi? 

Ametistin diskriminantını almak


Uzun zamandır yazmamışım, gezegenim yalnız kalmış gerçekten. Kendime yakıştıramadım. Ama kendimce haklı sebeplerimi gezegenimin anlayacağından eminim. Bir güne üç sınav koyan zihniyete yazıklar olsun. Tek tesellim sınavların böyle daha erken biteceği. Kim gider haziranda okula? Oh valla. Perşembe geometri sınavım var mesela. Formüller zihnimde uçuşmakta. Birbölüikiçarpıaçarpıbeçarpısinüsalfa desem ne derdin acaba gezegen? İşte ben böyle bir ruh hali içindeyim. Bir de yalnız kaldım diye şikayet ediyorsun. Aslında kimseye etmezsin şikayet sen. Zaten ben de şikayeti pek kaldırmam, belki ondan iyi anlaşıyoruzdur ha? Ben çok konuşuyorum, sen hiç konuşmuyorsun. Ben çok mu konuşuyorum? Hıh.. Ben sana değil, klavyeme anlatıyorum bir kere. Senden önce o vardı. Klavyemi severim ben, evet. Bugün anneannem harflerin bazılarının silindiğini söyledi. Bakıyorum da yok yani. Bir tek E. Bir de A tabi. E küçük bir tire, a ise diskriminant şeklini almış. Olsun mutluyum ben klavyemle. Ki silinmemiş yani bu harfler. Ooh mis gibi görünüyor valla. Bugün DTTye gittik annemle gezegen. Saç boyası baktık bana. Morumu terketmek istemiyorum ama bir de pembeye kaydı gözüm fena halde. Galiba bu yaz saçım üç renkli olacak. Sevdin mi gezegen? Evet diyeceğini biliyordum. Hisseder gibi oluyordum. Hislerim kuvvetli değil gezegen. Midem de öyle. Schism görünce midem kalkıyor mesela. Ama Homecoming'i gerçekten sağlam yapmış adamlar, en iyi SH olma yolunda aday. Bu ara aklımda bir hikaye var ama yazmaktan korkuyorum, garip birşey. Umarım farketmeden yine birşeylerden çaldığımı farketmem. Çocukluk hikayelerim bunun üstüne kuruluydu malum:D Bu ara özgün birşeyler yazabildiğimi umuyorum. Aslında daha çok bu aralar yazabildiğimi umuyorum. Yazılarımı beğenmiyorum bu ara. Daha çok hiçbirşeyimi beğenmiyorum ama geçici bir durum herhalde. Yakında normale döneceğimi umuyorum. Belki de daha çok şey üretilebilecek konularda yazmalıyımdır, aşk falan gibi. Ama aşk üzerine satırlarca şey yazabilecek birisi değilim ki ben. Bir kere aşk acısı falan çekmedim bu büyük eksiklik ayrıca sürekli aşktan bahseden kızlardan hoşlanmam. Yapış yapış birşey yahu. İşiniz mi yok? Şahsen benim işim var. İşim olduğu gibi geometri sınavım var. Geometri ve aşk arasındaki ilişki bando şefi ile ametist arasındaki ilişkiden farksız benim için. Ametistleri fazla sevmem ayrıca. Eflatun benim rengim değil. Bando şefleri ise düşündürücü olabilir. Ama söz konusu olan ametistten bir bando şefi ise bunun üstünde konuşmam bile, arkamı dönüp giderim. Bir süre yalnız kal gezegen. Sanırım hikayeme başlayacağım. 

Hıdırellez? :)



Bugün Hıdırellezmiş. Dilek tutma günü, dileklerimiz gerçek olacak. Bunu biraz geç öğrendim. Dileklerimi gül ağacının altına koymalıymışım, eh bu biraz zor. Ama kolayı var:)
- Ailemin mutlu olmasını istiyorum:)
- Arkadaşlarımın mutlu olmasını istiyorum:)
- Kızımın ayağı tamamen iyi olsun istiyorum:)
- İstediğim bir üniversitenin istediğim bir bölümüne girmek istiyorum:)
- İnsanlar acı çekmesin istiyorum:)
- Mutlu bir hayat sürmek istiyorum:)
- Okulu bitirip, rahata ermek istiyorum:)
- İspanyolca öğrenmek istiyorum:)
- Kilo vermek istiyorum:)
- Saçlarım kırılmasın istiyorum:)
- Güzel ve kocaman bir ev, mümkünse bir tane kütüphane odası istiyorum:)
- Çocuklar ölmesin istiyorum:)
- Güzel bir hayat kurmak istiyorum:)
- Yalnız kalmamak istiyorum:)
- Sevilmek istiyorum:)
- Köpekbalıkları olmasın istiyorum ama ekosistem de bozulmasın istiyorum:D
- Hepsi gerçek olsun istiyorum:)

Bir yere ait olmak


Bazen insan dünyada kimse kendisini sevmiyormuş gibi hissediyor. Bütün dünya ona karşıymış, kimse kendisini anlamıyormuş gibi. İşte o zaman insan bir yerlere ait olduğunu hissetmek istiyor. Bir yere ait olduğunu hissetmek çok özel birşey. Bazen ailesiyle buluyor insan bu hissi, bazen arkadaşlarıyla, bazen bir ortamda. Mekan ve kişiler değişse de his değişmiyor. Sıcacık, güzel bir his. Sanki bahar rüzgarından bir el saçlarını okşuyor gibi, huzur veren ve burnunu acıtan, gözlerini dolduran hoş bir his. Aslında genellikle kendimi yalnız ve savunmasız hisseden biri değilim ben. Ailem sağolsunlar bana asla böyle hissettirmediler - ki hayatımdaki en büyük şans olarak ailemi görüyorum ben. Sonra arkadaşlarım da var tabi. Bilgisayarımı her açtığımda otomatik açılan MSNimde bir kaç tane "Dina bi'tane" görmem çok özel ve hoş birşey. Dün gece Merlin'in Kazanı Özel'i izlediğimde de böyle hissettim işte. Oradakilerin yarısını hiç tanımıyordum, nicklerini bile görmemiştim belki. Ama geçişler, güzel bir müzik falan derken sanki aile albümüne bakıyormuşcasına duygulandım. Bilmiyorum, belki de ben biraz garibimdir ama.. Sanki anılarımız varmış da onları hatırlamışım gibi oldum evet, sanırım gerçekten bir miktar garibim:) 
Ama hepinizi seviyorum ben ya! Canım ailem, canım arkadaşlarım.. Hayatı güzel yapan sizsiniz:) 

Muhasebeciler, ben ve dünya


Nasıl başlayacağını bilememenin bir başlangıç olduğunun yarı bilincinde, yarı değildim. Başlamak bitirmenin yarısıdır derlerdi ama inanmazdım. Bu yalnızca bazı işlere başlayıp asla sonunu getiremeyenlerin kendine söyledikleri bir yalandı. Bu insanlar sonra arkalarına yaslanıyorlar ve "En azından yarısını yaptım" diyorlardı ve bu dünyanın hiç umurunda olmuyordu. Bu benim de umurumda olmuyordu. Dünya ile ortak özelliklerimiz vardı. Umursamaz ve geoid idik. Geoid olduğum konusunda bazı şüphelerim olsa da umursamaz olduğumu biliyordum. Ama her konuda umursamaz olamazdım. Ayakkabıları umursardım mesela. Bu konuyu açar açmaz aklıma Sweeney Todd'un gelmesinde dünyanın hiçbir suçu yoktu. Bu tamamen benim kendi yaptığım birşeydi ve bu konuda dünyayı suçlamayı asla düşünmüyordum. Aslında serbest çağrışımlar için kimseyi suçlamazdım. Benim sorunum serbest muhasebecilerleydi. Ama muhasebecilerden pek azı bunu umursardı. Aslında hiç biri umursamazdı. Dünya, muhasebeciler ve benim birleştiğimiz konular vardı. Hepimiz umursamazdık. Ama dediğim gibi benim umursadığım bazı konular vardı. Mesela yarın oturup bütün gün matematik çalışmayı düşünüyordum. Ama bu matematiğin asla umrunda değildi. Matematik de böylece muhasebeciler, dünya ve benim oluşturduğum kusursuz sinerjiye dahil oluyordu. Aslında her ne kadar matematikle aynı grupta olmaktan hoşlanmasam da bu fikir muhasebecilerin neşe içinde gülmesine neden oluyordu. Bu durumda muhasebecilerin umursadığı birşeyler olduğu açıktı ve bu onları gruptan çıkarmama sebep oldu. Ama muhasebeciler bu kararımı umursamayarak gruba yeniden girmeye hak kazandılar. Ben tam küçük hastalıklı zihnimde bunları düşünürken Aubrey Ashburn şeytana her zaman arkamı dönmemi öğütlüyordu. Bu tavsiye bana pek de mantıklı gelmiyordu. Neticede adam şeytandı ve arkanı dönmeye gelmezdi. Ayrıca şeytanı neden erkek olarak tasvir ettiğim konusunda fikrim yoktu. İşte tam bu sırada içimden bir sesin Devil Wears Prada'yı Şeytan Marka Giyer şeklinde çeviren zihniyete sövdüğünü işittim. İç sesim ara sıra böyle konuşurdu. Genellikle onu dinlemez ve umursamazdım. Bu da beni dünyaya daha yakın kılıyordu. Ama dünya benim kendisine olan yakınlığımı bile umursamayarak kendini benden çekip bizden çok uzaklara gidiyordu. Ve böylece üçümüz başbaşa kalıyorduk: Ben, matematik ve muhasebeciler. Muhasebeciler serbest oldukları için bizi bırakıp özgürce giderlerken matematik ve ben baş başa kalıyorduk. İşte o zaman umursamaz olamıyordum. Yarın başlayayım diyordum. Başlamak bitirmenin yarısıdır.. :)